Prof. Dr. Tuncay Neyişçi

Eski Dünya'nın merkezi Anadolu, turizmin merkezi olabilir miydi?

Ülkemizde ve dolayısıyla Antalya’da, bana göre turizmin turizm, rehberliğin rehberlik olduğu o başlangıç dönemlerinde, birkaç kez kongre açılışlarında Türkiye konusunda tanıtıcı konferans vermek üzere çağrılmıştım.

Yüz kişi ile birkaç yüz kişi arsında değişen, farklı ülkelerden gelmiş, çoğunlukla uzmanlardan oluşan topluluklar karşısında gerçekleştirilen bu konferansların değişmez başlığı “Bildiğiniz Ülke; Türkiye” idi. Daha ilk yansıyı (buna slayt da deniyordu ve o dönemlerde henüz bilgisayar sunumları yoktu) ekrana düşürmeden yaptığım ilk iş katılımcılar arasında daha önce Türkiye’yi ziyaret etmiş konuk olup olmadığını keşfetmeye çalışmak olurdu. El kaldırıp onay belirtenlerin sayısı genellikle bir elin parmaklarını geçmezdi ve bunların hemen tamamına yakını ya gemi ile  Efes’e uğramış ya da İstanbul’da birkaç gün geçirmiş olanlardan oluşurdu. Konferans konusunu açıklamadan önce değişmeyen ikinci sorumu da sorardım: “Bu ülkeyi, Türkiye’yi biliyor, tanıyor musunuz?”.  Bu soru hep, sözle ya da vücut diliyle ama koro halinde hiç de şaşırtıcı olmayan “hayır” yanıtı ile karşılanırdı.
 
Bu kısa, interaktif girişten sonra konferansıma “Bu ülkeyi biliyorsunuz, tanıyorsunuz ancak farkında değilsiniz!” iddiasını ortaya atarak başlar,  bembeyaz karlarla örtülü zirvesiyle görkemli Ağrı Dağı yansısını perdeye düşürürdüm.  Salonun loşluğuna karşın, istisnasız her bir katılımcının yüz ifadesinden Ağrı Dağı’nı, onun çağrıştırdığı Nuh’un Gemisi ve efsanesini bildiğini, tanıdığını açıklıkla okuyabilirdiniz. Bunu, kısa açıklamalarla ardı ardına perdeye düşen Dicle ve Fırat Nehirleri-Mezopotamya; Truva; Fes; Homer; Eşek Kulaklı Kıral Midas; Efes Artemis Tapınağı ve Bodrum (Halikarnas) Mozolesi (Dünyanın yedi harikasından ikisi olarak); “Karun Kadar Zengin” deyimi; lokum, Tales; Ayasofya; parşömen kağıdı; Bereketli Hilal; Para; gibi en azından 50-60 yansı takip ederdi. Her bir yansıdan sonra “işte burası Türkiye” vurgusunu yineler katılımcıların büyük bir bölümünün duydukları ve gördüklerine aşına olduklarını gözlemlemekten ve yansılarla birlikte merak ve ilgi artışına tanık olmaktan büyük keyif alırdım. Eğer bu gösterilenler biliniyor ve tanınıyorsa bunun bu coğrafyanın, yani Anadolu’nun, yani Türkiye’nin de bilinip tanındığı anlamına geldiğinin altını çizerek sunumu noktalardım. Çünkü bunların tümü ve daha fazlası Anadolu’ya, Anadolu insanına, bugünün Türkiye’sine ve Türklere aittir. 
 
Konferans sonunda katılımcıların azımsanamayacak bir bölümü mahcubiyetlerini saklamaya çalışarak yanıma gelmiş bu ülke hakkında bunca şey biliyor olmalarına karşın, bunları bu ülkeyle ilişkilendirememiş, özdeşleştirememiş olmalarının inanılması zor bir gerçek olduğunu itiraf edip teşekkür etmişlerdir. Katılımcılardan büyük bölümün bu ülkeye hepimizin bildiği olumsuz imajlar ve küçümseyici önyargılarla gelmiş olduğundan adım gibi emindim. Zaten pek çoğu bunu saklamaya gerek görmeden davranışları ve ifadeleriyle dışa da vururlardı. Bir saati bile bulmayan bir sunumun ardından aynı katılımcıların yüzlerinde bu kez gizleyemedikleri ya da gizlemekte zorlandıkları şaşkınlık ve mahcubiyet ifadelerini okumak beni çok mutlu ederdi. Bu haz birkaç aylık bir eğitim ve sınav sonucu edindiğim “rehber” kimliğimi uzun ve zahmetli çalışmalarla hak edilmiş akademik kariyerimle eş değerde tutmamın da temel nedeni oluşturur. Farkında olunsa da olunmasa da, Türkiye ya da daha doğru bir ifadeyle Anadolu, böyle bilinmediği kadar bilinen, bilindiği kadar da bilinmeyen gizemli, özgün ve anaç bir coğrafya parçasıdır. 
 
Eski Dünya'nın merkezi
 
Coğrafi bir terim olarak Eski Dünya, keşifler öncesinde yerkürenin bilinen kara parçaları olan Avrupa, Asya ve Afrika'yı birlikte tarif etmek için kullanılır. Anadolu tam da bu eski dünyanın üç kıtasının birleştiği bir noktada konuşlanmış, bu kıtalardan etkilenmiş ve bu kıtaları etkilemiş bir coğrafya parçasıdır. Bu nedenle Anadolu, mavi gezegenimizde başka hiçbir coğrafya parçasına nasip olamayacak biçimde, biraz Asyalı, biraz Avrupalı ve biraz da Afrikalıdır. 
 
Hem evrimsel hem de kültürel açıdan ele alındığında insan tümüyle coğrafyanın, bir başka ifade ile doğanın ürünüdür ve tümüyle coğrafya ya da doğa tarafından biçimlendirilmiştir. İnsanın bir uzantısı olarak kültür, insanın coğrafyayı yani doğayı biçimlendirme ve biçimlendirirken sürekli yeniden biçimlenme sürecinden öte bir şey değildir. Dağ zirvesinden okyanus dibine, atom altı parçacıklardan Mars’a geniş bir alan, doğrudan ya da dolaylı olarak insanı etkilemiş, insan tarafından etkilenmiş ve “kültür”e dahil edilmiştir. Anadolu Yarımadası bu olgunun en tipik, en belirgin ve en çarpıcı örneğidir.
 
Kronolojik bir biçimde, Eski Dünya’nın kıtalarından birinde, Afrika, insanın evrimi (yaklaşık 2 milyon yıl önce) gerçekleşmiş, birinde, Asya, neolitik (tarımsal) devrim (yaklaşık 10 bin yıl önce) yaşanmış ve diğerinde de, Avrupa, sanayi devrimi (yaklaşık 200 yıl önce) gerçekleştirilmiştir.  Birbirine kesintisiz karasal yollarla bağlı, insanın en yoğun ve en hareketli olduğu ve diğer kara parçalarına yayıldığı bu coğrafyanın Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusuna uzanan kuzey-güney ekseni ile Büyük (Pasifik) Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na uzanan doğu-batı ekseni yaklaşık eşit (≈ 12 000 km) uzunluktadır. İlginç olan, Anadolu Yarımadası’nın bu iki eksenin birbirleriyle kesiştikleri noktada konuşlanmış olmasıdır (Harita 1). Üstelik bu özel konum Anadolu Yarımadası’na, ister istemez, kıtalar ve kültürler arası köprü niteliği ve işlevi de yükleyen,  dünyamızın doğu-batı yönünde uzanan tek yarımadası olma ayrıcalığını da kazandırmaktadır. Anadolu Yarımadası’nı baştanbaşa gezmiş ve izlenimlerini “Bir Gezginin Gözüyle Anadolu Uygarlıkları, Türkiye’nin Tarihi” adlı kitabında toplamış olan bir gezgin (Seton) iskeletini oluşturan dağlarıyla Anadolu Yarımadası’nı yüksek korkuluklu güvenli bir köprüye benzetmektedir. Bu nedenlerle Anadolu, mavi gezegenimizde başka hiçbir coğrafya parçasına nasip olamayacak biçimde, biraz doğulu, biraz batılı, biraz kuzeyli ve biraz da güneylidir. Anadolu her kıtanın ve her yönün birlikte yaşandığı, üç efsanevi denizle -Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi- kuşatılmış coğrafyadır. Anadolu başlı başına bir dünyadır.
 
Eski Dünya’da hangi kıtaya ya da hangi yöne gitmek isterseniz isteyin yolunuzun Anadolu Yarımadası’ndan geçmesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu, insanlar için olduğu kadar, daha önceki yazılarımızdan birinde de değindiğimiz gibi, bitki ve hayvanlar için de böyledir. Doğu-batı ekseni tümüyle 38-40 kuzey enlemleri koridoruna paralel olarak uzanır ve Anadolu üzerinden geçer. Bu ana eksen, bazı yüksek geçişler dışında, önemli sayılabilecek iklim farklılıklarının yaşanmasına izin vermediğinden hem insanların hem de bitki ve hayvanların göreli olarak daha kolay ve daha hızlı hareket edebilmelerini ve daha da önemlisi istedikleri yerde kök salabilmelerini mümkün kılar. Avrupa-Asya ya da Asya-Avrupa arasındaki her hareketin, insanlar, bitkiler ve hayvanlar için en uygun iklim ve ekolojik koşullara sahip Anadolu Yarımadası köprüsünü kullanma zorunluluğu vardır. Bu yolculuklar için Karadeniz’in kuzey kıyıları fazla soğuk ve ıslak, Akdeniz’in güney kıyıları fazla sıcak ve kuraktır. 
 
 
 
Atalarımızın (Homo erectus) Afrika’da evrimleştiği ve yaklaşık 1,5-1 milyon yıl önce başlayan göç hareketleriyle Asya ve Avrupa kıtalarına yayıldığı tezi bilim insanları arasında genel kabul görmektedir. Anadolu Yarımadası, ilk gününden başlayarak bu göç ve yayılma sürecinde de kesintisiz,  önemli roller oynamıştır. Aro dergimizin 4’üncü sayısında arkeolog arkadaşım sayın Erdem’in kaleme aldığı “Antalya’da İlk İnsanın Doğuşu; Karain Mağarası” adlı makalesinde ayrıntılı olarak işlediği gibi, bu göç ve yayılma hareketinde Anadolu Yarımadası’nın oynadığı “baş rol”  Karain Mağarası’nda gün ışığına çıkarılan ve 500 bin yıl öncesine tarihlenen avcı-toplayıcı atalarımıza ait izlerle kanıtlanmaktadır. Karain mağarası büyüklüğü ve paleolitik çağdan klasik çağa kadar sürekli iskan görmüş olması dikkate alındığında, paleolitik dönemin toplu konutu olarak da kabul edilebilir.
 
Batı Toros Dağları’nın güneye bakan yamaçlarında yer alan bu paleolitik toplu konutun, Karain Mağarası’nın, kuş uçuşu yaklaşık 170 km kuzeydoğusunda ancak aynı dağların bu kez güneye bakan eteklerinde bir başka yerleşim yeri, Çatalhöyük yer almaktadır. Dokuz bin yıllık geçmişi ve beş bini aşan nüfusuyla Çatalhöyük neolitik yerleşimlerin tartışmasız başkentidir. İlk şehir planı ya da haritaya ek olarak, tüm sanat tarihi ders kitaplarında (ve ayrıca Guinness rekorlar kitabında da), bir peyzaj içinde insanı gösteren ilk “resim”in (tablonun) üretildiği yerleşim olarak gösterilen Çatalhöyük, döneminin nüfus büyüklüğü ölçü alındığında, günümüzün İstanbul’u ya da New York’una eşdeğer bir yerleşim yeridir. Anadolu hem paleolitik ve hem de neolitik dönemin ilk ve en büyük yerleşimlerine ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır.
 
Anadolu Yarımadası ve onun anakaraya bağlanma noktasını oluşturan, yazı ve tekerlek gibi insanlık için son derecede önemli keşiflerin gerçekleştirildiği “Bereketli Hilal”  ilk bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirildiği, ilk tarım ürünlerinin üretildiği, ilk kez yerleşik düzene geçilen ve bu nedenle neolitik (tarımsal) devrimin gerçekleştirilebildiği bir coğrafyadır. İlk kez buğday tarımının yapıldığı ve köpeğin evcilleştirildiği yerleşim yeri olarak bilinen Çayönü, gerçek boyutta bilinen en eski insan heykelinin bulunduğu Nevali Çori, gönümüzden 12 bin yıl öncesine tarihlenen bilinen en eski tapınağı inşa etmiş olan Göbekli Tepe, vb. yerleşimler bu devrimin bilinen tanıklarından bazılarıdır. Dikkat çekici ve bir o kadar da ilginç olan, Karain Mağarası ve Çatalhöyük de dahil, bu yerleşimlerin tümünün Toros Dağları ile bağlantılı olmasıdır. O Toros Dağları ki adını Çatalhöyük’te kutsanan güç ve bereket simgesi “Boğa”dan alır ve insanlığın ilk uygarlını gerçekleştirdiği Mezopotamya topraklarına can veren efsanevi Dicle ve Fırat nehirlerine analık eder.
 
Yaklaşık 9 bin 500 yıllık geçmişi ve göz kamaştırıcı bulgularına karşın Çatalhöyük yılda ancak 10 bin ziyaretçi çekebilirken İngiltere’de bulunan 4 bin 500 yıllık Stonehenge’nin bir milyondan fazla ziyaretçiye ev sahipliği yapması, Türk turizmi adına  çok çarpıcı bir örnektir.

İpek ve Baharat gibi malların taşınmasına olduğu kadar bilgi, teknoloji ve kültür değişimine de önemli katkılar sağlayan eskinin İpek ya da Baharat Yolu’nun ana rotası da, büyük ölçüde, eski kıtanın doğu-batı ekseni ile çakışmaktadır. Anadolu Yarımadası, doğu kültür ve yaşam biçimi ile batı kültür ve yaşam biçiminin en yoğun biçimde etkileşime girdiği ortamı oluşturarak günümüz melez kültürünün, bir anlamda “Ana Rahmi”, “Gerdek Odası”, işlevini görmüştür. Her ne kadar eski Yunan’a (Helen) bağlanıp saf batı kültürü olarak adlandırılmaya çalışılsa da bu, aslında, Eski Dünya’nın üç kıtasının binlerce yılda yaratmış olduğu birikimin Anadolu Yarımadası’nda bir araya gelerek yeni bir kalıba dökülüp yeni bir içeriğe kavuşturulduğu melez bir Kültürdür ve tabii ki Anadolu ağırlığı ve damgasını taşır.  Diğer kanıt ve tartışmalar bir yana, dünyamızın bilinen üç antik kütüphanesinden ikisinin - Bergama, Efes - Anadolu (Asya) ve birinin de Afrika  (İskenderiye) kıtalarında olması dikkat çekidir. Ayrıca, isim babalığını İzmirli tarihin babası Heredot’un yaptığı ve Sidonlu (Lübnan) Antipatros tarafından listelenen, Dünyanın Yedi Harikası’ndan üçünün Asya (Babil’in Asma Bahçeleri, Artemis Tapınağı, Kral Mausollos'un Anıt Mezarı), ikisinin Afrika  (İskenderiye Feneri, Keops Piramidi) ve diğer ikisinin de Avrupa (Rodos ve Zeus Heykelleri) bulunuyor olması adı geçen kıtaların bu melezlikteki gerçek katkıları konusunda fikir verebilecek nitelik ve açıklıktadır. Anadolu Yarımadası’nın ayrıcalığı burada da kendini göstermektedir. Rodos Adası’nın ne kadar Avrupa’ya, ne kadar Anadolu’ya (Asya) ait olduğu da tartışmaya açık bir konudur. 
 
Anadolu sözcüğünün Yunan dilinde “doğu” ya da “güneşin doğuşu” anlamına gelen anatole sözcüğünden türemiş olduğu iddiası hem gerçek ve hem de mecazi anlamda Anadolu Yarımadası’nın ve Asya’nın ağırlığını onaylarken, “Işık doğudan yükselir” deyimine de gönderme yapar. Belki de Helenizm’i doruk noktasına çıkardığı için hakkında onlarca film yapılıp yüzlerce kitap yazılan Büyük İskender, biraz da öç almak düşüncesiyle doğuyu merak etmiş, hakkında çok az yazılıp çizilen ve MÖ 490 da Yunanistan’ın kalbine sefer düzenlemiş doğunun güçlü Pers İmparatorluğunu fethetmeyi hedeflemiştir.  

 
Günümüz dünyasında yaklaşık 3 milyar kişinin ana dil olarak konuştuğu ve İngilizce, İspanyolca, Hintçe, Almanca, İtalyanca, Fransızca, Rusça, Portekizce gibi en çok konuşulan 20 dilden 12’sinin dahil olduğu Hint-Avrupa dil ailesinin Anadolu’da neolitik devrimin (MÖ 7-6 000) bir sonucu olarak artan tarımsal nüfusun göç hareketleriyle, buradan önce Avrupa’ya ve daha sonra da tüm yönlere ve kıtalara dağıldığı bilimsel olarak kanıtlanmış bir geçektir. Bu bilim dilinde Anadolu Hipotezi olarak adlandırılır. Örneğin, Hititçe Hint-Avrupa dil ailesine ait bir dildir. Bu dili çözen Horzny’nin tercüme ettiği ilk cümle “Ninda-an ezzateni watarra ekutteni”, “Ekmeği yiyeceksiniz suyu da içeceksiniz”dir. Bu cümlede yemek anlamına gelen “ezza” sözcüğünün İngilizcedeki “eat” ve Almancadaki “essen” sözcükleriyle; wattara sözcüğünün “water’’ ve “wasser” sözcükleriyle; içmek anlamına gelen “eku” sözcüğünün Latince su anlamına gelen “aqud” sözcüğü ile olan benzerlikleri Anadolu hipotezini güçlendirici örneklerdir. Kültürün en önemli bileşenlerinden biri dildir ve dünya nüfusunun yarıya yakın bir bölümünün konuştuğu dil Anadolu Yarımadası’nın armağanıdır.
 
Anadolu Yarımadası Avrupa kara parçasından iki doğal sınırla, İstanbul ve Çanakkale boğazları, ayrılır. Batıda Afrika ile Avrupa arasında yine doğal bir sınır oluşturan Cebelitarık Boğazı ile Çanakkale ve İstanbul boğazları arasında kalan kara parçası, aralarındaki küçük farklılıklara karşın, tek bir yaşam biçimi, batılı yaşam biçimi, ve tek bir kültürden, Hıristiyan kültüründen oluşur. Yine İstanbul ve Çanakkale boğazlarından başlayıp, bu kez önce doğuya sonra güneye ve nihayetinde doğuya dönerek Akdeniz kıyılarını takiben Cebelitarık Boğazına kadar uzanan coğrafya parçası da tek bir yaşam biçimi, doğulu (oryantal) yaşam biçimi ve tek bir kültürden (İsrail istisnası dışında), İslami kültür, oluşur. Bu bakımdan Anadolu Yarımadası dünyanın iki büyük kültürü (Hıristiyan ve İslam) ve yaşam biçiminin (doğu ve batı - orient ve oksident) birbiriyle temas ettiği ve birbirinden etkilendiği ara kesitte bulunmaktadır. Anadolu Yarımadası her iki kültür ve yaşam biçiminin birlikte var olabildiği ve yaşanabildiği bir coğrafyadır. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, Anadolu’ya yerleşen ya da yolu Anadolu’dan geçenler Anadolu’dan etkilenmiş, Anadolu’yu etkilemiş, Anadolu’dan almış, Anadolu’ya vermişler ve böylece kısa sürede Anadolululaşmışlardır. Anadolu Yarımadası yaratan, üreten, dönüştüren bir coğrafyadır.
 
Bin yılı aşkın süredir üzerinde yaşamakta olduğumuz bu topraklar verdiklerimiz ve aldıklarımızla bizi Anadolululaştırmıştır. Örneğin, kültürün en önemli bileşenlerinden biri olan dilimiz, bugünkü konuşulan biçimi ve yapısıyla, öz Türkçenin Anadolu versiyonu olarak kabul edilebilir. Anadolu’da konuşulan farklı dillerden etkilenmenin kaçınılmaz bir sonucudur bu. Dilimize karışmış Farsça, Arapça, Hattice, Yunanca, vb. kelimelerin bolluğu bu etkileşimin bir yönünü kanıtlarken, örneğin Orta Doğu ve Balkan ülkeleri dillerindeki Türkçe kelime bolluğu da diğer yönünü belgeler. Türkçenin özüne yakın biçimde konuşulduğu Azerbaycan gibi ülkelerde böyle bir durumun söz konusu olamaz, çünkü bu ülkeler coğrafi bakımdan Anadolu ile kıyaslanamayacak ölçüde dış etkilere kapalıdırlar. Kültürün bir başka önemli bileşeni olan inanç içinde geçerlidir bu. Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam dünyasının tek demokratik ve laik ülkesi olması her şeyden çok Anadolu Yarımadası’nın bu dönüştürücü ve etkilere açık yapısıyla ilişkilidir. Çok farklı etnik kök, kültür ve inanca sahip kişilerin binlerce yıldır birlikte yaşadığı bir coğrafya için kaçınılamaz bir sonuçtur bu ve komşu diğer İslam ülkelerinin neden demokrasi ve laiklik ilkeleriyle tanışamadıklarını açıklayabilir. 
 
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bundan gurur duyuyorum. Ama ben aynı zamanda kendimi Türk ve de Anadolulu Türk vatandaşı olarak da tanımlıyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının geçmişi henüz bir yüzyılı bile doldurmadı. Türk vatandaşlığında bu geçmiş yaklaşık bin yıla uzar. Oysa Anadolulu Türk vatandaşlığı bu geçmişi milyonlarca yıl ötelere götürdüğü gibi üzerinde yaşayanları yarattığı, ürettiği, dönüştürdüğü her şeyin sahibi, mirasçısı ve tabii ki emanetçisi kılar. Anlayana Anadoluluk ruhu tükenmez bir hoşgörü ve özgüven kaynağıdır.
 
Turizm olgusu Akdeniz çanağında başlamış ve gelişmiştir
 
Anadolu Yarımadası geçmiş zamanların öncü bireysel seyyahlarının olduğu kadar, günümüzün kitlesel turistlerinin de uğrak yeridir. Günümüzün en büyük endüstri dallarından biri haline dönüşen ve milyarlarca kişinin katıldığı turizm olgusu Anadolu’nun da kıyısında bulunduğu Akdeniz çanağında başlamış, gelişmiş ve buradan başka coğrafyalara yelken açmıştır. Doğu ile batı, Asya ile Avrupa kara parçalarının “0” sıfır noktasındaki İstanbul, yaklaşık 150 yıl önce Avrupa’nın göbeğindeki ve Doğu Ekspresi’nin diğer ucundaki Paris ile birlikte turizmin ilk “marka” destinasyonlarından biriydi. 
 
Bu özgün coğrafya tıpkı Büyük İskender gibi doğuyu merak eden batılıların doğu kültürüyle temasa geçebilecekleri en uygun, en sorunsuz ve ulaşımı en kolay coğrafyadır. Bu coğrafya, 2023 Turizm Stratejisinde yer alamamış olmamalarına karşın, aynı zamanda günümüzün batıyı merak eden Çin, Hindistan, Güney Kore gibi doğu ülkelerine en uygun, en sorunsuz, ve ulaşımı en kolay coğrafya olma özelliğine de sahiptir. 
 
Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı derinlemesine anlayıp özümsemeden o coğrafyanın bir parçası olmak, o coğrafyayı sahiplenmek olası değildir. Önceleri Anadolu’ya gelen turistler şimdilerde falan-feşmekan travel agent aracılığıyla falan-feşmekan resort hotellere geliyorlar. Türk kahvesi içen turistlerin yerini esspresso ya da Nescafe içenler aldı, zaten yok sayılmış Türk hamamları spa’lara hükmen mağlup oldu, dünyanın en zengin üç mutfağından biri olarak bilinen Türk Mutfağı’nın başına gelen ise tam bir hezimet. Sektörün yaratıcı kanaat önderleri “Disneyland”, sektör yatırımcıları vergi indirimi, teşvik, ve benzeri projeler peşinde koşturuyor. Rehberlik giderek güçleşiyor.
 
Umarım en kısa sürede Anadolu’ya döner Anadoluluğumuzu ve onun bize verdiği özgüven duygusunu anımsarız...


Bu Makale 31.05.2016 - 19:55:18 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
  • Fırat BALBOZAN 23.05.2016 - 11:40

    Tuncay hocamız yine döktürmüş. Sahip olduğumuz mirasa farkında olabilriğimiz kadar turizmde başarılı olabiliriz. Müthiş bilgi seli olan bu yazıyı biz turizmcilerin iyi okuyabilmesi gerekiyor.

  • Taner Ayyıldız 09.05.2016 - 11:19

    Tek kelime ile harika bir yazı olmuş. Bizim böyle aydın, tarihi, kültürü, doğayı bilen insanlara ihtiyacımız var.

  • Yazar 08.05.2016 - 10:08

    Tuncay bey bir Anadolu fotoğrafı çekip duvara asmış. Buyrun seyredin ve nelere sahip olduğumuzu görün. O kaca koca otellerinizden utanırsınız belki:))

  • Gülistan Aydın 08.05.2016 - 09:58

    Sayın Neyişçi gerçekten muhteşem bir yazı kaleme almış. Sadece bu ülkede turizm yapanların değil, aynı zamanda bu ülkenin her bir yurttaşının okuması şapkayı önüne alıp düşünmesi gereken bir yazı. Anadolu gibi bir coğrafyada yaşayıp da gecelik 30 dolara tatil satmak için 30 takla atmamız içler acısı bir durum.

En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.