‘Dört mevsimi de güzel yerler arasında ilk aklınıza gelen yerler neresidir?’ diye bir soru yöneltilecek olsa, ilk söyleyeceğim yerlerden biridir Safranbolu… Ankara’ya yakın olması nedeniyle hemen hemen her yıl farklı mevsimlerde gittiğim Safranbolu’yu bu nedenle her daim “dört mevsimin güzeli” olarak nitelendiririm.
Fotoğraflar: Gülcan Acar
Safranbolu, bazı araştırmacılara göre; Bizanslılar döneminde İmparator Teodoros Laskaris’in şehri anlamında Teodoropolis olarak adlandırılmış. Türklerin idaresine geçtikten sonra ise İbn-i Batuta’nın Seyahatnamesi’nde Borlu olarak bahsetildiği biliniyor. Bizanslılar’dan alındığı zaman adının Dadybra olduğunu ve sonradan Türk diline “Zalifre” olarak geçtiğini ileri sürenler de var. Ayrıca Taraklı-borlu, Zagfiran-borlu, Zafran-borlu ve nihayetinde Safranbolu olarak adlandırıldığı da görülmekte. Netice itibariyle tarihte birçok adla anıldığı iddiası, bilim çevrelerinin zaman zaman tartışmalı konusu olmakla beraber ittifak halinde kabul edilen bir durum var ki o da Safranbolu adının, bir zamanlar bölgede bolca yetiştirilen “safran” bitkisinden geldiğine ilişkin kesin kanaat…
Günümüzde ise Safranbolu denilince hemen herkesin aklına “Safranbolu Evleri” gelir genellikle. Bu durumun haklılık payı da var elbette. Kent dokusunun bozulmamış olması nedeniyle 1994 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınan kent, “En iyi korunan kentler” arasında gösteriliyor.
Konakların birbirine yakın çatı örtüleri, elini uzattığında komşunun elini tutacakmışçasına yakınlıkta cumbalı evler iç ısıtan bir görüntü sunuyor. Tarihin tozlu sayfalarından kopup gelen yaşanmış hikâyelerin akisleri yansıyor muşabaklı pencerelerden sanki. Geleneksel Osmanlı Türk mimarisinin en özgün karakterini taşıyor Safranbolu evleri. Birbirine yakın planda olsa da birbirinin güneşini kesmeyen konumda inşa edilişleri, sosyal dayanışmanın, doğaya ve komşuya saygının bir ifadesi adeta.
Düşünüyorum da “dört mevsimi de ayrı güzel” olan bu şehre, tarih boyunca birçok medeniyetin hâkim olmak istemesi bu nedenledir herhalde. Bakınız bu şehirden kimler gelmiş kimler geçmiş! Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenistik krallıklar, Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Çandaroğulları ve Osmanlılar… Her biri bir imza atmak için nasıl da çaba göstermişler bu şehir üzerinde. En çok iz bırakanlar da Osmanlılar olmuş hâliyle…
17.- 18. yüzyılda daha çok şekillenen kent; geçmişe yolculuk yapmak isteyenler için özellikle sivil mimari örnekleriyle, camileriyle, hanlarıyla, çeşmeleriyle, çarşı ve pazarıyla, değirmeniyle -yorgun da olsa- hâlâ dimdik ayakta, hâlâ kendisini gösteriyor, yaşıyor ve yaşatıyor.
Şehrin hâkim noktalarından biri olan Hıdırlık Tepesi’ne çıkıyoruz. Eskiden Türkler tarafından yağmur duası ve Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı bu alan, kenti izleyebileceğimiz en güzel mekânlardan… Çiçeklerin sokakları sarıp sarmaladığı mevsimi yaşarken kent panoramik haliyle muhteşem görünüyor bu noktadan… Hıdırlık Tepesini arkamızda bırakıp, aşağıya doğru dar ve dik inen sokak aralarından merkeze, Yemeniciler Arastası’na geçiyoruz. Yemeni eski dilde ayakkabı anlamına geliyor. Birbirine bitişik nizamda ahşap dükkânlardan oluşan Yemeniciler Arastası (çarşısı) Kurtuluş Savaşı zamanında Mehmetçiğin ayakkabı ihtiyacını da karşılamak üzere gece gündüz demeksizin çalışmış. Günümüzde restore edilen çarşı, artık turistik amaçlı hediyelik eşyaların satıldığı bir yer olarak kullanılıyor.
Döneminin beş yıldızlı otelleri olarak kabul edilen kervansaraylardan Cinci Han ve Cinci Hamamı, tarihe tanıklık edercesine mağrur duruyor karşımızda. Nice yorgun kervancıların yolculuk hikâyelerinin izlerini taşıyor kervansaray. 1645 yılında yapılmış bir Osmanlı dönemi eseri olan bu yapının mimarı bilinmiyorsa da Safranbolu eşrafından Cinci Hoca lakaplı Karabaşzade Hüseyin Efendi tarafından yaptırılmış. Yine restore edilmiş olan bu kervansaray, günümüzde otel, restoran ve kafe bar olarak hizmet veriyor.
Safranbolu’nun en ilgi çekici eserlerinden biri de şehrin her tarafından duyulan çan sesi ve hikâyesiyle ilgi uyandıran Saat Kulesi… Hikâye bu ya: Sadrazam İzzet Mehmet Paşa'nın “Herkesin evine ve cebine girecek saat hediye edeceğim.” diyerek halka haber salmasının ardından, Safranbolu kalesinde yaptırdığı kuleye İngiltere’den getirilmiş saati taktırıp da her saat başı o anki saatin sayısı kadar çalan çan sesi şehrin her tarafından duyulunca, Paşa sözünde durduğunu gösteriyor kent ahalisine. Böylece kışı evinde geçiren Safranbolulular, evinde saat varmış gibi, yazın da bağında bahçesinde çalışanlar cebinde saat varmış gibi çalan sesten saati biliyor. Ayrıca bu saatin diğer bir özelliği de Türkiye'deki tek zembereksiz ve kulesine çıkılabilen en eski saat olması.
Kentin sokaklarında dolaşırken neredeyse adım başı tarihî bir çeşmeyle karşılaşıyorsunuz. Bu çeşmeleri gördüğümde daha önceki seyahatlerimden yaşadığım bir anı geliyor aklıma; Suyu akan bir çeşmeyi görünce durup suyun tadına bakmak istediğimde hemen yanı başında rastladığım bir teyzeye, “İçilir mi?” diye sorduğumda hoş bir tebessümün ardından “İç oğlum iç, paşa suyudur.” cevabının etkisiyle, “Öyle ya paşa suyuysa vardır bunun bir hikmeti deyip çeşmeden kana kana su içmiştim.
Sonrasında gördüğüm Tokatlı Kanyonu üzerinde Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yenilenerek yapılan ve kentin çeşmelerine dağıtılan İncekaya Su Kemeri’ni görünce anlamıştım “Paşa Suyu” söylentisinin kerametini. Paşa’nın, su kireçlenmesin diye Manisa’daki çiftliğinden getirttiği 40 deve yükü zeytinyağını su kemerinin oluğuna döktürdüğü de söylentiler arasında. Yaklaşık, yerden 60 metre yükseklikte ve 116 metre uzunluğundaki taştan ve Horasan harcı ile yapılan kemer, tam bir zarafet timsali…
Ve her ziyaretimdeki -sizlere de tavsiye edeceğim- ritüelim; Sokak sokak dolaşıp da ayaklarıma kara sular inince, bir parça dinlenmek ve bir yorgunluk kahvesi içmek istediğim adrese uğruyorum. Aynı zamanda yerel kültürün sergilendiği müze olarak da işletilen Kaymakamlar Kahve Evi’ndeki közde kahve yorgunluğumuza iyi geliyor.
Ha, bu arada unutmadan belirteyim; Safranbolu sadece Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleri sayılan evleriyle ve bozulmamış kent dokusuyla değil, çok yakın çevresinde yer alan doğal ve kültürel değerleriyle de dikkat çekiyor. Dünya mağara literatürüne girmiş Bulak Mağarası, Tokatlı Kanyonu ve kanyonu seyretmek üzere yerden yaklaşık 80 metre yükseklikte, kristal camdan yapılmış olan seyir terası, adrenalin sevenlerin mutlaka uğraması gereken yerlerden birkaçı... Safranbolu’ya 11 km mesafede bulunan ve 1997 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca koruma altına alınan Yörük Köyü ise tam bir açık hava müzesi. Gelecekte en az Safranbolu kadar adından söz ettirecek olduğuna emin olduğum bu köyün dokusu, neredeyse hiç bozulmamış hâliyle dikkat çekiyor. Safranbolu’ya ziyaret için gelenlerin de son yıllarda mutlaka uğramadan dönmedikleri cıvıl cıvıl bir uğrak yeri… Köy meydanında Yörük usulü yapılan gözleme ve ev baklavasını, demli bir çay ya da Yörük ayranı eşliğinde tatmadan dönmeyin derim.
Kalın sağlıcakla…
Yayına hazırlayan: Erdoğan Karataş
Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.
www.turizmguncel.com internet sitesinde yayınlanan yazı, haber, video ve fotoğrafların her türlü hakkı Turizm Güncel A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez.
Copyright © 2018 - Tüm hakları saklıdır. Turizm Güncel
Tasarım & Yazılım Altyapısı DataNet Bilgi Teknolojileri