Rekor turizmi
Dayandıkları verilerin ne denli sağlam, ne ölçüde güvenilir ve çok katmanlı olduğu konusunda derinlemesine analizlere girişmeseler de ülkemiz turizm kanaat önderleri 2018 yılını rekor yılı olarak ön görüyorlar. Hızını alamayıp rekorlar yılından söz edenler de az değil.
Söz konusu rekor ya da rekorların temel teması ziyaretçi sayısı.
Türkiye İstatistik Kurumu açıklıyor; 2017 yılı yabancı ziyaretçilerin kişi başı ortalama harcaması 510 Avro.
Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu (BDDK) açıklaması; 2017 yılında turizm sektöründe geri dönüşü sorunlu kredilerin miktarı yüzde 22 arttı.
Sadece bu basit veriler bile neyin rekorundan bahsedildiğini anlaşılmaz kılıyor.
Öte yandan;
Güney Asya’da Himalaya Dağlarının eteklerinde küçük bir ülke olan Bhutan, ülkeyi ziyaret eden her yabancı turistin günde harcaması gereken en düşük miktarı, 2012 yılında 200 Amerikan Dolarından 250 ABD dolarına yükseltti. Bunu “yüksek gelir-düşük yoğunluk” olarak tanımladığı “ülke ruhu”nun kaybedilmemesi ve yerel halkın değer ve çıkarlarının korunması kararını merkeze koyan turizm stratejisinin bir gereği olarak yaptı.
Türkiye Avrupa ya da daha genel bir tanımlamayla batı ülkeleri için en azından Bhutan kadar egzotik, kendine özgü farklı bir ruhu olan ülkedir. Pardon, ülkeydi.
Eğer bir rekordan bahsedilecekse, önce bu konuda bir analiz yapılması gerekmez mi?
Bu analize çeşni katmak için, gelin size yıllar önce yazdığım bir “patlıcan musakka” yazısı ikram edeyim;
1968 yazında kazandığım bir bursla staj yapmak üzere, ilginç ve uzun bir tren yolculuğu yaparak Almanya’ya gitmiştim. Bu benim ilk yurtdışı deneyimimdi. Türk işçilerinin el üstünde tutuldukları dönemdi. Bir kilise kenti olarak bilinen Altötting’de kalıyor ve hafta sonu tatillerimi genellikle Münih’te geçiriyordum. Türklerin buluşma yeri olmaya başlamış tren istasyonu ve çevresi sıklıkla uğradığım bir mekandı. O günlerden aklımda kalanların başında, yarım kızarmış pilicin yanına yığdığı 8-10 küçük yuvarlak ekmek dağının arkasında nerede ise görünmeyen Türklere bakan Almanların yüzlerindeki alaycı şaşkınlık gelir. Almanların bu denli çok ekmek yenebileceğini hayal bile edemedikleri apaçık ortadaydı. 1968-1971 yılları arasına sıkışan ve toplam 28 ay süren staj dönemimde bu hayret dolu bakışları Almanya’nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına, artık “Türk Bakkalları”nın da boy göstermeye başladığı hemen her yerde gözledim.
Bazı boğazına düşkün Almanlar güneş ve denizimizden önce yemeklerimizi keşfetmeye başlamışlardı.
Kader 1970li yılların sonu ile 1980 yıllarda aynı Almanlarla bu kez kendi yurdumda yeniden karşı karşıya getirdi beni. Bu kez staj değil rehberlik yapıyordum ve Almanların yemeklerde “Türk ekmeği nefis” diyerek kuru ekmeğe saldırmalarını bir yerlerden hatırladığım benzer bir şaşkınlıkla izliyordum. Bu yıllar patlıcan biber kızartmanın, yaprak sarmasının, kabak dolmasının, bulgur pilavının ve hatta bamyanın en az Efes, güneş ve deniz, Moon Rise King Hotels (ne demekse) ve hatta Kapadokya’dan daha prestijli olduğu yıllardı. Birebir yaşadığım için biliyorum.
1990'lı yılların başında önce birkaç sene İngiliz ve daha sonra da 6-7 yıl Amerikalı gruplara rehberlik yaptım. Aslında niye Almanları bırakıp İngilizlere geçtiğim ve niye İngilizleri bırakıp Amerikalılarla çalışmaya başladığım da, Türk turizminin yaşadığı çalkantılara açıklık getirebilecek ayrı bir yazı konusu.
25 yılı aşkın rehberlik yaşamımda ve özellikle de 1990'lı yıllarla 2000'li yılların başında Amerikalılarla yaptığım Anadolu turlarının sonunda sorduğum gelenekselleşmiş bir soruya aldığım yanıtlar gerçekten çok düşündürücü. Geleneksel sorum “Türkiye’ye yaptığınız bu turda en beğendiğiniz ne oldu? idi. Yanıtlar hemen hiç değişmiyordu ve turizm anlayışımız konusunda önemli dersler içeriyordu; “yemekler” ya da “o köy”. Bu iki yanıttan biri birinci sıradaysa diğeri mutlaka ikinci sırada yer alıyordu. Hiçbir tur sonunda hiçbir Alman, hiçbir İngiliz ya da hiçbir Amerikalının kaldığı oteli, gezdiğimiz Efes, Milet, Kapadokya gibi ören yerlerini listesine koyduğunu hatırlamıyorum.
Sıklıkla yaşadığım ilginç bir anı bir ya da iki haftalık Anadolu turu süresince yenilen yemeklerin lezzetinin bir önceki ile kıyaslanmasıydı. Konakladığımız otellerde yediğimiz yemekler, yol üzeri lokantalarında yediğimiz yemekler arasında ayırım yapmadan yapılıyordu bu kıyaslamalar. Konaklama tesislerinin açık büfe sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri katıksız Türk mutfağı lezzetlerini sunuyordu o zamanlar. Burada Karacasu’daki rahmetli Zihni, Bergama’daki Kardeşler, Didim’deki Aşık, Hattuşaş’taki Hattuşaş gibi yol üstü lezzet duraklarını anmadan geçmenin büyük bir haksızlık olacağını düşünüyorum. Şimdi ne o “bu şimdiye kadar yediklerimizin en iyisi” nakaratını sürekli yineleyen turistlerden eser var ne de o lezzet duraklarından.
“O köy” e gelince; bu turun belirli bir noktasında rasgele ziyaret ettiğimiz ve her turda değişen bir yol dışı köyü anlatıyor. Anayoldan birkaç km içeride turist grubuyla ilk kez karşılaşan bir köye yapılan ani ziyaret turistlerde olduğu kadar köylülerde şaşkınlık yaratıyordu. Otobüsten inip çevreyi dolaşmaya, köy yaşamı hakkında bilgi vermeye başladığımda önce köyün çocukları ürkek adımlarla yanımıza geliyor bir müddet sonra onları kahve sohbetini kesen köyün erkeleri izliyordu. Aralanan pencere perdeleri ya da kapıların ardından köyün kadınlarının da bizi gözlediklerini hissediyorduk. Sonra çocuklarla başlayan sohbete erkekler de katılıyor ve sonunda ya kahvehanede ya da birinin evinde çay ya da ayran içme daveti geliyordu. Ben, engin rehberlik deneyimimi devreye sokarak, genellikle daveti eve yönlendirmenin bir yolunu buluyordum. Bu ülkenin madden yoksul ancak gönlü zengin insanlarının yalınlığı, içtenliği, konukseverliği derinden etkiliyordu yol arkadaşlarımı. Çay ya da ayran sunulan bardakların temizliği konusundaki endişelerini gizleyebilmede zorluk çekseler de tüm yalınlığı, ilkel görünümü ve yoksulluğuna karşın o köy ve o köylüler onlarda derin bir cömertlik etkisi yaratabiliyordu. “o köy” derken aslında o ülkenin en önemli turistik değerinin o ülkenin yalın, yerel insanının olduğunun altını çiziyorlardı. Sonuçta onlara “bu bir öncekinden daha lezzetli” dedirten yemekler de bu insanların ürünü değil mi?
Bugün olgunluk yaşına gelmiş olmasına karşın hala devlet teşvikleriyle ayakta durmaya çalışan, sıklıkla kaçak içki, gıda zehirlenmesi olaylarına adı karışan Türk turizmi yerel halkını önce farklı fiyat uygulamaları sonra tel örgülerle dışlamış daha sonra da yerel lezzetlerini ucuzluğa kurban etmiştir.
İspanya, İtalya, Fransa, Yunanistan gibi turizm sektöründe rekabet içinde olduğumuz ülkelerin sadece yerel lezzetlerini sundukları lokantaları üzerinden elde ettikleri turizm gelirini, bizde böyle bir turizm sektörü anlayışı olmadığından, konaklama tesislerinden elde ettiğimiz gelirle karşılaştırınız. Şaşkınlık geçirme olasılığınız çok yüksektir. Sadece benzer yönlerimiz çok olduğu Yunanistan’ı bu açıdan incelemek, başarı ya da başarısızlıklarımızın boyutu konusunda yeterli bir fikir verebilir.
İtalya denince akla, kspresso’nun, Pizzanın, dondurmanın, İspanya deyince Paela’nın, Fransa deyince şarabın, Almanya deyince biranın gelmesi gibi...
Sayın Kültür ve Turizm Bakanı, biliniz ki konaklama tesislerine sağlayacağınız KDV indirimi, ÖTV indirimi, sigorta pirimi, yeni teşvikler gibi akçeli destekler amacına ulaşmayacaktır. Turizmin büyük bir bölümü, sanılanın aksine konaklama tesislerinin dışında gerçekleşmektedir. Bu tür destekleriniz çok geniş turizm sektörünü daracık konaklama tesislerine hapsetmekten başka bir işe yaramamaktadır. Dikkat ediniz Türk turizmi dediğiniz şey, havaalanı-konaklama tesisi arasına sıkışıp kalmış durumda. Bu ekonomik bir faaliyettir ancak asla turizm değildir.
1970'li yıllarda yapılan ve sonra baskılarla defalarca değiştirilen Antalya-Kemer Turizm Mastır Planında tatil köyleri arasına günübirlik kullanım alanları önerilmiştir. Bunun amacı yerel halkın da bu değerleri kullanabilmesine imkan vermek ve yerel halk ile turistlerin etkileşime girebilecekleri mekanları yaratmaktı. Bunlardan sonuncusu olan Kındılçeşme günübirlik alanı da konaklama tesisine tahsis edilerek yerel halkın turizmle izolasyonunda önemli ve anlamlı bir adım daha atılmıştır.
Bu yaptığımız, yazdığımız turizm ise ben patlıcan musakkayım!
Bu Makale 10.04.2018 - 14:07:52 tarihinde eklendi.
Kullanıcı Yorumları
-
13 dolara yarim pansiyon uzakdogulular ve 20 dolara yarim pansiyon kisi basi latin amerikanin aclarini agirliyor sektor...Biz manyak miyiz yav neden bu kadar ucuza bu kadar cok adam agirliyoruz...100 dolar olsun , 10 da 1 i adam gelsin, hem doga korunur hem sacma sapan yogunluk olmaz sehirlerde ...adamlar yiyor iciyor s.....r ve gidiyor,,, Tum sektor Turk hava yollari ve benzin lobisine calisiyor..
-
Turizme başladığım yıllara gittim. Barmen olduğumuz dönemlerde izin günlerimizde gezdiğimiz yerler aklıma geldi. Çok güzel ele alınmış, sektörün ilerleyememesinin tespitini yapmış ve çözümün kimlere bağlı olduğunu göstermeye çalışmış bir makale. Sonuna kadar katılıyorum. Tebrik ediyorum.
Nacizane bir isteğim var; Bu bakış açısından yola çıkarak sektörün günümüzde geldiği noktadan geri dönüş olamayacağı gerçeğini de önümüze koyarak bundan sonra ne yapılmalı sorusunun cevabını sizden rica ediyorum.