Feyzi Açıkalın

Kuru vaziyette kruvaziyer turizmi

Gafil avlandığım yani karar sürecinde yer almadığım iki haftalık bir kruvaziyer seyahati için İstanbul Atatürk Havalimanından Shanghai'a doğru yola çıkacağız. Hala kendini Batı ve Doğu'nun kesişme noktası olduğunu zanneden ama yolcu niteliğiyle basbayağı bir Ortadoğu kentinin geçişini andıran Türkiye'nin dünyaya açılan en büyük kapısından... Renkleri ve örtünme biçimleriyle farklı ülke vatandaşı olduğu anlaşılan yüzlerce çarşaflı genç kadın salınıyor ortalıkta. THY'nin yenileştirilmiş(!) görüntüsündeki yer personeliyle uyum içindeler aslında...

Shanghai'dan gemiye biniş.


Shanghai bildiğiniz gibi; uçmuş gitmiş her anlamda! Kentteki üç kruvaziyer terminalinden yalnız bir tanesi şehir merkezine yakınmış. Biz uzaktaki Baoshan'dan binecekmişiz... Alanya'dan Istanbul'a kadar tüm limanları şehrin nerdeyse göbeğinde yer almakta olan Türkiye'den sonra, limana bir saatte ancak ulaşabilmek insana tuhaf geliyor. Öyle, filmlerde görüldüğü gibi "Love Boat" benzeri bir yolculuk olmayacak hissiyatındayız; bizim bildiğimiz deniz kavramından uzak, ıslanmaksızın, kuru vaziyette bir tura çıkıyoruz sanki...

Gemiye giriş, işlemleri önceden internetten yaptığımız için çok kolay oluyor. Terminalde çalışanlar son derece nazik ve profesyonel. Gemi kalktıktan sonra, katılımı zorunlu brifingin hava muhalefeti dolayısıyla salonda verileceği duyuruluyor. Gemi direktörünün bir tayfunun arkasından gitmekte olduğumuzu ve biraz sallanacağımızı söylemesi midemizi bulandırıyor... Gerçek mide bulantısının gece geleceğini ise henüz bilmemekteyiz!

Restoranda bir sürpriz bizi karşılıyor; müdürlerden birisi genç bir Türk. Eh, izzet ikram ve masa düzeni birden farklılaşıveriyor, haliyle. Ama Endonezya'lı garsonumuz pek mutsuz ve hizmette isteksiz görünüyor; hemen ispiyonluyoruz onu müdürümüze! İngilazcamız var Elhamdülillah, velakin son derece asortik yemek isimlerinin karşılığını henüz bilememekteyiz. İki haftalık seyahatin sonunda ise en azından bu konudaki kültürümüz gelişmiş olarak gemiden ayrılıyoruz...

Yemek sonrası gezinin ilk şovu için yerimizi alıyoruz. Gösteri sırasında sahnede sarkan aydınlatmaların fazlaca sallandığını fark ediyoruz. Tabii herkesin aklına aynı film geliyor, hani şu gemi batarken hala müzisyenlerin çalmakta olduğu klasik! Yatağa zor atıyoruz kendimizi ama bu kez resmen senkronize depremleri yaşamaktayız; her bir sarsıntının arkasından da sanki koç başıyla "gümm" diye yandan vuruyor birileri...



Ertesi sabah sersem sepelek dolaşırken Türk müdürümüz reçeteyi veriyor: çorba, yeşil elma (kabuğuyla yenecek) ve zencefil... Öğlene doğru ise daha basit ve mantıklı bir önleme başvuruyor, ilaç alıyoruz! Geminin pahalı olan üst katları daha fazla ama ritmik sallandığı için çok rahatsız etmezmiş. Sallanmaya bir süre sonra alışabilirmişiz ve hatta bir süre sonra bu his hoşumuza bile gidebilirmiş; "...zevk almaya bak!" durumu yani...

Gemi geceleri 12 Knt'ın altında seyrediyor, gündüz ise hız yapılıyor. Akdeniz'li sağ duyusu ve espiri yeteneğini, Amerikan kurallar manzumesiyle harmanlayan Yunan asıllı kaptanımız günlük anonslarda güvenli birisi imajını veriyor. Şirketin Yunanistan'daki Deniz Ticaret Okulu ile anlaşması gereği bütün gemilerinde Yunan kaptanların çalıştığını öğreniyoruz.

Gemi halleri


Seyahatimizin henüz ikinci gününde gemideki işleyişi hemen kavrıyoruz: Kruvaziyer yolculuğu, sürekli konuklara hizmet ya da mal satarak bundan en fazla gelir kazanmak üzerine planlanmış... Eğlence ve neredeyse 24 saat boyunca servis veren yeme içme bölümü parasızken, cebinizdekileri ustaca boşaltmaya yönelik başka hizmetler de türlü isimler ve nedenlerle "embeded" halde konuklara yediriliyor.

Gemide üç tür görevli var. Neredeyse tamamı Anglo Saksonlardan oluşan yönetici kadro; restoran, ön büro müdürlüğü gibi daha eğitimli ama Batı Avrupalı olmayanlardan oluşturulan, böylece daha az ücret sunumuna razı olabilecek gurup; üçüncü ve en önemli kesim ise Filipinler, Endonezya, Hindistan gibi -nasıl sınıflandırmak isterseniz öyle olan(!) -alt hizmetli gurubu...

Alt hizmetlilerin restoran ve kabinlere bakanları ne yazık ki tip sistemi ile çalıştığı için, konukları her gördüğü yerde, "Hello sir, how are you today?" demeleri şiddetle öğütlenmiş. İnsan onurunu zaman zaman zedeleyen bu davranış yolcuyu (en azından beni) bir süre sonra rahatsız etmeye başlıyor. Her şirkette olduğu gibi, bahşişin önceden krediden kesilmesi bizde de sorun oluyor. Allahtan, "müşteriyi haklı gören!" Amerikan iş anlayışı itirazı kabul ediyor. Ama yine de hangi yüzde ile, kime hangi bahşişi bırakmamız gerektiğini yazılı olarak öğütlemeyi ihmal etmiyorlar...

En büyük bilgisizliğim, böylece düş kırıklığım gemideki internet hizmetinin çok pahalı, üstelik yavaş oluşu... Japon terminalleri bunu Free Wi-Fi ya da herkese verilen kazı kazan(!) tarzındaki kişisel şifrelerle çözmeye çalışıyor. Şehre çıkıldığında ise mahallemizin kahvecisi Starbucks kurtarıcımız oluyor...



Genelde, Türk'ün dışarıda yemek yediği her mekanda karşılaşıldığı üzre gemide de sürekli bir, "domuz eti sorunsalı!"  yaşanıyor. Müslümanlığın farzları konusunda çok itaatkar olmayan insanımız nedense bu konuda çok titiz! Guruptaki kruvaziyer deneyimlileri, seyahati yemek üzerinden karşılaştırmaya başlıyor; "Hımm, ana yemekler fena değil ama tatlılar sınıfta kaldı. Oysa Karaipler seyahatinde ohooo!"... Menü tipik Amerikan ağız tadı üzerine hazırlanmış. Öyle ki, Amerika'da ucuz ve bol olan bir meyvenin Uzak Doğu'da o günlerde mevsimi olmaması bir şeyi değiştirmiyor, yerine bir başkası tedariklenmiyor; ne dendiyse o, tatsız tuzsuz bile olsa... Bir de, kaptanla akşam yemeği uygulaması var; şık giysilerin zorunlu olduğu. Oysa kaptan ortalarda yok, yalnızca yolcular kendilerini iyi hissetsinler ve de geminin fotografçısı para kazansın diye programa konmuş olmalı.

Yolcu yaş ortalaması beklendiği gibi yüksek. Her akşam büyük amfi tiyatroda Broadway kopyası şovlar var. Daha ilk günde sahnede yer alan yetenekli gençlerin giysileri ve çalan müzikten, konuklara gençlik günlerini yad ettirecek şovun başlıyacağını anlıyoruz. Heyhaat; sahnelenen nostaljik klasiklerin hepsi bizim zamanımızdan, yani 1970'lerden! Böylece, kendini hala genç zanneden bizler ortalamadaki yerimizi de öğrenmiş oluyoruz...

Hani söz vardır ya, "hepimiz aynı gemideyiz" diye; hiç de öyle değil. Sınıf farkını belli eden, nedense hep tenha olduğunu gördüğüm özel salonlar var. En ortak alan ise cakuziler; her sınıfın içine girip öölece sırt üstü durduğu sulak(!) bölgeler... Bölgeler dedim de; gemide hijyen kontrolü üst düzeyde, her bölüme geçişte elinde dezenfekte sıvısı olan personel sizi karşılıyor. Buna rağmen iki hafta boyunca 29 kişi karantinaya, yani odada göz hapsine girmekten kurtulamıyor...

Başka bir hoşluk(!) da kumarhanenin tam anlamıyla "ayak altında", geminin ortasında konumlanmış olması. Orta yaşı biraz geçmiş hanım yolcuların daha ucuz şans oyunlarında, tek başına vakit geçirmeyi tercih ettikleri görülüyor. Sıkıcı yaşlı(!) kocaları kamarada maç izliyor olmalı

İki gün süren bir yolculuk sonrası Tianjin limanına yanaşılıyor; Pekin'e uzaklığı ikibuçuk saat olan ilgisiz bir noktaya... Amaç daha ilk limandan belli; Pekin konaklaması, artı tur satışları olacak. Dedim ya, limanlardan uzak kuruvaziyette bir tur...


Pekin sonrası karşı kıyı, Güney Kore'ye yol alınıyor. Başşehir Seul'e yakın başka bir limana, Incheon'a yanaşılıyor. Ama ne karşılama; davulların sesinden bir an Türkiye'den bir folklör ekibi de bizimle birlikte geldi zannediliyor. Liman idaresi düzenli servislerle yolcuyu merkez niyetine şehrin bir yerine bırakıyor; ondan sonrası Allah Kerim... Bir saati geçen bir metro yolculuğu ile ancak Seul'e ulaşılabiliyor.

Kore yarımadasının en güney ucundaki Jeju adası ikinci Kore durağı. Gemi turizmi, Kore'linin emeklilik düşlerindeki bu adayı çok değiştirmiş. Adada botanik bahçesinden başlayıp, kongre merkezlerine, şahane otellere uzanan büyük ölçekli cazibe merkezleri yaratılmış. Bu kez gemiden tur satın alınıyor. Koltuk başları ve perdeleri dantel örgü olan otobüslerle Jeju keşfediliyor. Tüm günlük gezi boyunca, yerli ada halkından yalnızca mandalina satan iki kadın ve bir tapınaktaki bakkal turistten para kazanıyor. Ada halkı ile buluşmadan, çarşı esnafına bir kuruş katkı vermeden yapılan turda...

Yolculuğun ikinci haftasında temiz giysi sorunsalı başlıyor. Önlem olarak konuşurken kollar çok fazla havaya kaldırılmamaya dikkat ediliyor! Gemide kişisel çamaşır makinası düzeni olmaması kötü. Haliyle kamaralara ipler geriliyor! Bir de banyonun ışığı sürekli açık bırakılıyor ki, içerdeki havalandırma çalışsın çamaşır kurusun!



Japonya Sularındayız


Açık denizlerde avlanan balıkçı teknelerinin arasından yol alarak Japonya sularına giriyoruz. İlk durak Kobe. Neredeyse bir liman şehri olarak dizayn edilmiş Kobe Japonya'nın giriş kapısı olarak tanımlanıyor. Broşürde aynı anda 150 ticari gemiye hizmet verilebileceği yazıyor. Şehrin otoritesi ticari liman inşa edilirken, halkını da ne denli düşündüklerini göstermek için alışveriş merkezleri, premonadlar planladıklarını övünerek anlatıyor...

Her Japon limanında olduğu gibi Kobe'de de dönme dolap ve şehirdeki kimlikli(!) gökdelenler gemiden çekilen fotograf kareleri içinde yer alıyor. Ama dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olmasına karşın bir tasarruf ülkesi olan Japonya'da, sanki elektrikler kesilmiş gibi saat 23:00'den sonra bütün aydınlatmalar söndürülüyor...

İki haftalık yolculuğun sonu yaklaştıkça 63 ayrı ülkeden oluşan 930 gemi personelinin yorulduğunu ve kibar olma çabalarının azaldığını hissediyoruz! Çok az sayıda da olsa, kendi aralarında konuştukları tuhaf İngilizce ile artık yolculara aldırmadan birbirlerine fütursuzca hakaret ettiklerini, üstlerini dinlemediklerini görüyoruz. Türk müdür ise bunun olağan görülebileceğini, her yeni tur ve yüzlerin onlar için ayrı bir motivasyon olduğunu söylüyor... Son satış gününde bijüteri bölümündeki indirimde resmen bir talan yaşanıyor. Erkekler ise vergisiz elektronik ürünlerindeki stoğu eritiyor!

Shimuzu limanına girereken Japonya'nın en büyük simgesi Fuji dağı kilometrelerce öteden konuklarını karşılıyor. Shimuzu aslında Shizuoka şehrinin limanı. Gemi karşılamaları, liman hizmetlerinde olduğu gibi gittikçe kaliteli hale geliyor. Uğurlama töreninde şehir halkından binlerce kişi var ve öğrencilerden oluşan bir davul ekibi nefis gösteri sunuyor.

Ve 2338 deniz mili yol geçildikten sonra nihayet son durak Tokyo'ya ulaşılacak, zannediyorsunuz ama o limanın da adı Yokohama! Tokyo'ya ulaşabilmek için yine trenle 45 dakikalık bir yolculuk var... Geminin yanaştığı iskeleye yapılan terminalin üstü şahane bir mimariyle yürüyüş yolu olarak kullanılıyor. Şehir halkı neredeyse geminin içine girecek kadar o parkurla içiçe, deniz kenarının keyfini sürüyor.

Gemiden 2000 küsur yolcunun tahliye edilmesi inanılmaz bir düzenle gerçekleşiyor. Bu bile, bir tehlike anında o şirkete güvenilebileceğinin en büyük göstergesi olarak yorumlanıyor... Biz karayı öpüyoruz; darısı gemide çalışmayı zorunlu hizmet ya da yaşamının bir bölümünde katlanmak zorunda olduğu kazanç kapısı olarak görenlere diyoruz...
Sözü, "Uzun kruvaziyer yolculuğu İngilizce bilmeyenler ve parasını rahat harcayamayanlar için en iyi seçenek değil" diyerek noktalıyoruz...



Bu Makale 12.12.2014 - 15:07:25 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
Henüz yorum yapılmadı.
En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.