Tavit Köletavitoğlu kimdir?

Tavit Köletavitoğlu kimdir?
Türkiye turizminin ilk yıllarından itibaren sektörün gelişimine şahit olan, turizmin her alanında çalışan ve sektöre büyük emek veren Tavit Köletavitoğlu, yaşam hikayesini TurizmGüncel okurları için anlattı. Keyifli okumalar...



TurizmdenPortreler - TurizmGüncel

1951 yılında Malatya’da doğan Köletavitoğlu’nun babası da annesi de terziymiş. Köletavitoğlu‘nun annesi Arusyak Köletavitoğlu, herhangi bir eğitim almadan yaptığı kadın terziliğinde oldukça başarılı olurken, babası Napoleon Köletavitoğlu kentin Paris’ten biçki-dikiş diplomalı tek terzisi imiş. ‘’Annemizin de babamızın da esnaf olmasından dolayı esnaf kültürü içinde büyüdük’’ diyen Köletavitoğlu, ‘’Ancak terziliğin o dönemlerde çok önemli bir meslek olmasından dolayı Malatya’nın en önemli esnaflarından birinin çocuğu olarak kendimize göre de bir havamız vardı’’ diyor.

ÇOCUKLUĞUNU ŞEKİLLENDİREN OLAY NE?

İki kardeşi olduğunu belirten Köletavitoğlu, çocukluk ve lise yıllarını şu sözlerle anlatıyor:

‘’Benden 1.5 yaş büyük bir ablam ve 4 yaş küçük bir erkek kardeşim var. İlkokul, ortaokul ve liseyi Malatya’da okudum. Eğitim hayatımda oldukça ilginç bir şansım oldu; hem ortaokulu hem de liseyi yeni açılmış okullarda okudum. Bu şu demek: Ben ortaokul birinci sınıftayken, ikinci sınıf yoktu. Sonraki yıllarda da böyle devam etti. Ortaokul ve lisede okuduğum 6 sene boyunca, her okuduğumuz sınıfın muadeletini (denkliğini) biz onaylatıyorduk. 3 sene muadelet sınavına giren öğrenci çoktur ama, 6 sene sınava giren öğrenci herhalde çok azdır. Bunun bana şöyle bir yararı oldu: Ben matematik gibi bazı derslerde iyiydim. Bu yüzden 6 sene boyunca muadelet sınavları için Ankara’dan gelen müfettişler karşısında ileri sürülen öğrencilerden birisiydim. Bu erken bir sorumluluk duygusunu da beraberinde getirdi. Okuduğumuz okulun muadeletinin onaylanıp onaylanmayacağının sorumluluğunu çok küçük yaşta yaşadık. Bu durumun hem yarar hem de arıza diyebileceğim bir yanı daha vardı: Ortaokuldan itibaren kendimden büyük kimseyle okumadım, her zaman en yüksek sınıf benim sınıfımdı. Hiç abi abla görmedim ve o yaşlarda senden büyüklerin olması, çocukluğun çok önemli bir rengidir. Bende bu renkler hiç olmadı. Bu durumun avantajları da vardı elbette. Okulun tiyatro oyunlarını, kooperatiflerini yöneten hep ben ve arkadaşlarım olduk ve bu bize belli beceriler de kattı.’’



BİRİNCİ SINIFTAN İTİBAREN ÇALIŞMAYA BAŞLIYOR

Okulda hayli başarılı bir öğrenci olan Köletavitoğlu, birinci sınıftan itibaren hep babasının esnaf arkadaşlarının yanında çalışmış. Lehimci, marangoz, radyo tamircisi gibi yerlerde çalışan Köletavitoğlu, bir sene de babasının yanında çalıştıktan sonra, ortaokula geçince mimarlık ve küçük işlerde müteahhitlik yapan bir büroda çalışmaya başlamış. Lise sona kadar orada çalışan Köletavitoğlu, öğlen saatlerinde okulu bittikten sonra da işe gidiyormuş. ‘’Bu bana müthiş bir hayat disiplini verdi.’’ diyen Köletavitoğlu, ‘’Elbette herkes tatile giderken ben gidemediğim için sızlandığım zamanlar da oldu. Ancak kendi paramı kazanıyor olmam büyük bir avantajdı. Arkadaşlarım akşam sinemaya giderken babalarından hem izin hem de harçlık isterken, ben yalnızca izin isterdim. Hatta izin de istemezdim, haber verirdim.’’ ifadelerini kullandı.

BABASINI KAYBEDİYOR, NEREDEYSE ÜNİVERSİTEDEN VAZGEÇİYOR

Lise sonda okurken babasını kaybeden Köletavitoğlu, çok farklı sorumluluklarla baş başa kalmış. Köletavitoğlu, o dönemi şu şekilde anlatıyor:

‘’Hayatımın ve hayallerimin bütün seyri değişti. Liseyi bitirdikten sonra Amerika’ya gitmek istiyordum. Ancak babamı kaybettikten sonra, erkek çocuk olarak ailemin sorumluluğu benim üzerime kaldı. Hatta ‘üniversite okumasam mı’ diye bile düşündüm. O zamanki lise müdürümüz, Türkiye’nin büyük eğitmenlerinden birisi olan Vecihi Timuroğlu beni çağırdı ve ‘Sakın akrabalarının söylediği gibi babanın dükkanına sahip çıkmaya kalkma. Terzilik bugün var, yarın yok. Bu meslek ölüyor, konfeksiyon diye bir şey geliyor. Matematiğin iyi, efendi efendi gidip okuyacaksın. Ailene karşı görevini de ancak okuyarak yerine getirebilirsin.’ dedi. Hocamı hem çok severdim, hem de çok saygı duyardım. Onun sözlerine birebir uydum, iyi ki de uymuşum.’’



NEDEN İSTANBUL’DA OKUMAK İSTEMEDİ?

Daha sonra üniversite sınavlarına giren Köletavitoğlu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Şehir ve Bölge Planlama bölümünü kazanmış. Bu kararı nasıl aldığını ve üniversite hayatını şu şekilde anlatıyor:

‘’O dönemde, ODTÜ’nün sınavları merkezi üniversite sınavlarından ayrıydı. İstanbul’a gelip iki sınava da girdim ve merkezi sınavdan çok yüksek bir not aldım. Ailem İstanbul’da tıp okumamı istiyordu, çünkü orada akrabalarımız vardı. Ben her şeyden önce tıp okumak istemiyordum; ama İstanbul’da da okumak istemiyordum. Ailemde benden 3-5 yaş büyük olup üniversite okuyan herkes İstanbul’da bekar evlerinde kalıyor, anne baba disiplini olmadan yaşıyordu. İstanbul’a geldiğimde biri hariç hepsinin sene kaybettiğini gördüm. İstanbul’a gidersem o çarkın dışına çıkmanın zor olacağını anladım. Gidersem ben de o hayata dahil olacaktım çünkü çekiciliği yüksekti. Kendi kendime ‘Sen babası vefat etmiş  aile sorumluluğu olan bir adamsın. Üniversiteye girdiğin zaman hemen bitirmen lazım.’ dedim ve bu yüzden Ankara’da okumaya karar verdim. ODTÜ’nün dil öğretmesi de artı bir özellikti. Ama ben şehir plancılığı değil, elektrik-elektronik okumak istiyordum.

Tercih yapmamda yardımcı olan bir büyüğümüz, sadece puanı çok yüksek olan elektrik-elektronik bölümünü değil, daha makul bir bölümü daha yazmamı tavsiye etti. ‘ODTÜ’yü kazanırsın, bir sene okursun. Sonra sınava bir daha girersin ya da yatay geçiş yaparsın’ dedi ve bu bana çok makul geldi. Onun tavsiyesine uydum. Sınavda elektroniğe puanım yetmedi ve şehir planlamaya yerleştim. Bir sene hazırlık okuyup tekrar sınava girdim ancak bir sürü bölüme yeten puanım, elektroniğe yine yetmedi. Bundan sonra uzun bir düşünme sürecinin sonunda şehir plancılığında kalmaya karar verdim. Bunda, üniversite okurken şehircilik bürolarında çalışmaya başlamamın da etkisi oldu. Şehirciliğin ne olduğunu anlamaya başladım. Kararımda, okulda spor yaparken tanıştığım mimarlık okuyan Mustafa adlı arkadaşımın da etkisi oldu. Çizimim çok iyiydi, ona projelerinde, çizimlerinde yardımcı oluyordum. O vesileyle mimarlık fakültesine gitmeye, şehircilik bölümündeki insanlarla tanışmaya ve şehirciliğe ısınmaya başladım. İlk isteğim olmamasına rağmen, daha sonra şehircilik okuduğuma hiç pişman olmadım. Okul bana çok ciddi bir sosyoekonomik bakış açısı ve siyasi bir donanım verdi. ODTÜ’de sadece düz bir eğitim almazsınız, insanı pişiren ve siyaseten yetiştiren bir okuldur. Kendimi iyi yetişmiş birisi olarak görüyorum. Çok uzun yıllar ODTÜ’de müfredat komitesinde de görev almış birisi olarak mukayese ediyorum ve bunu söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Okurken, müzikle ve sporla haşır neşir oldum, milli takım seviyesinde spor yaptım. Mezun olurken; bir diploma, bir lisan, siyasi bir donanım, mesleğimin getirdiği ciddi bir ekonomi-planlama disiplinine sahiptim ve spor, müzik gibi alanlarda ciddi faaliyet göstermiştim. Üniversite hayatımı boşa harcamadım, çok iyi kullandım diyebiliyorum.’’



‘ŞANS ESERİ’ TURİZM BAKANLIĞI PROJESİNE DAHİL OLUYOR

Köletavitoğlu, üniversiteden mezun olduktan sonra, kendi deyimiyle ‘şans ederi’ Turizm Bakanlığı’nın bir projesine dahil olmuş ve turizm hayatı bu şekilde başlamış. O dönemi ve Türkiye’de turizmin nasıl gelişmeye başladığını şu şekilde anlatıyor:

‘’Üniversite okurken çalıştığım şehircilik bürolarından bir tanesinde sevdiğimiz bir abimiz vardı. Mustafa Abi bize yol gösterir, yardımcı olurdu. Şansı yaver gitti, Turizm Bakanlığı’na girdi ve orada yükseldi. Bakanlık, o dönemde, Turizm Bakanlığı’nın yönetiminde, Turizm Bankası’nın kadrosunda çalışacak ve Türkiye’nin önde gelen 4-5 bölgesinin planlamasıyla ilgili faaliyet yürütecek özel bir ekip kurmaya karar verdi. 2.5 sene sözleşmeli olarak çalışacağımız proje için bize piyasanın 2.5-3 katı gibi bir para teklif ettiler. Herkes gibi ben de oraya müracaat ettim. Mülakat heyetinin karşısına geçtiğimde, Mustafa Abi’nin de heyette olduğunu gördüm. Arkadaşlarına ‘Benim Tavit’e soracak bir şeyim yok. Sizin sorunuz varsa sorun, ben ona kefilim.’ dedi. Bunun üzerine heyetten kimse bana soru sormadı ve böylelikle 1974 yılında turizme girmiş oldum.

‘’HİÇBİRİMİZ HİÇBİR ŞEY BİLMİYORDUK’’

5 ayrı bölgenin planlamasıyla ilgili görev üstlenen bir fiziksel planlama grubuyduk. Kapadokya, Kuşadası merkezli olmak üzere Seferihisar-Dilek, Fethiye, Foça ve Ayvalık ve son olarak Türkiye genelini inceleyen 5 ekibe ayrıldık. Ben Seferihisar-Dilek grubundaydım. Bu proje turizm açısından çok önemli bir projeydi. Bölgesel planlama yapmaya çalıştığımızda, Türkiye’de bir bölge planlama konseptinin olmadığını gördük. 50-60 kişilik bir gruptuk ve hiçbirimiz hiçbir şey bilmiyorduk, kör cahildik. Bu kadar kişi içerisinde doğru dürüst bir otel veya tatil köyünde tatil yapmış insan sayısı beşi geçmiyordu. Bizim 8 kişilik grubumuzda Cem Abi bir kere Alanya’da bir hafta tatil yapmıştı. Rahmetli Özer Abi ise eşiyle Alanya’da bir yerde perişan olarak bir hafta balayı yapmıştı. Geriye kalan ekip çadırdan ötesini bilmiyordu. Hiçbir şey bilmeyen insanlar olarak oturup fiziksel planlama yapmaya kalkıştık. Herkeste müthiş bir iyi niyet ve öğrenme açlığı vardı. O zaman şimdiki gibi internet falan olmadığından, bilgi edinmek çok güçtü. Fransız elçiliğine gidip Güney Fransa’da yürüttükleri proje hakkında bilgi istedik. ‘Mektup yazın, talep edelim’ dediler. 2.5 ay sonra Fransızca bir metin ulaştı elimize. Bu sefer de harıl harıl onu tercüme edecek birisini aradık. O dönemki Hint Büyükelçisi’nin kızı, kız arkadaşımdı ve çok iyi Fransızca biliyordu. Metnin çok büyük bir kısmını ona tercüme ettirdim. Aynı şekilde, Yugoslavların Dalmaçya kıyıları için yaptığı fiziksel-bölgesel planlama projesi konusunda da bilgi almak istedik. Yugoslavya elçiliğine gidip bu konuda bilgi almaya çalıştık, 2-3 ay sonra bize Sırpça bir takım kitapçıklar verdiler. Arkadaşlarımız Yugoslavya elçiliğinde Sırpça bilenlerle oturup tek tek her şeyi sorarak kitapçıkların kenarlarına notlar aldılar ve bir şeyler yapmaya çalıştık. Şimdiden anlatınca çok komik geliyor ama bizim gerçekliğimiz buydu.



‘’TÜRKİYE’NİN İLK TURİZM VERİ TABANI BU PROJEYLE OLUŞTU’’

Bu çalışmalar; bütün acemilikleri, bütün yanlışları ve bütün doğrularıyla Türkiye’nin ilk bölgesel ve fiziksel planları oldu. Hepsinin üzerinde müthiş iyi niyetle ve öğrenme aşkıyla çalışıldı. Bugün birisi o çalışmalara bakıp eleştiriler getirebilir, eleştirilerinde haklı da olabilir. Ama o günün konjonktürü ve bilgi donanımı içerisinde o çalışmalar harika çalışmalardır. Türkiye’nin ilk turizm veri tabanı orada oluşmuştur. Ekipteki ekonomist arkadaşlarımız, turizm verilerinin ekonomiyle ilişkisini ilk defa orada dile getirdiler. O zamanlar turizm denince gazeteciler gider, bir yerlerden çıplak kadın resmi bulur, ‘Helga Türkiye’yi çok sevdi’ ya da ‘Mark Türkiye’ye hayran kaldı, tekrar geleceğim dedi’ diye haberler yaparlardı. Bundan öteye gidemiyordu, kimse bir şey bilmiyordu. O zamanlar Kapadokya ve Güneydoğu Anadolu’da kültür turları yapılırdı ama bu turlar herhangi bir şekilde gazetelerde yer bulmaz, gündem edilmezdi. Bu turların gündeme geldiği tek zamanlar, örneğin Fransız bir turist kızın Kapadokya’da eşekten düştüğü zamanlar olurdu.

‘’TURİZMİN EKONOMİK ÖNEMİNİ YUNANİSTAN’A BAKARAK ANLADIK’’

İlk defa 1974-75 senelerinde, turizmin bir sektör olduğunu ve ekonomiyi olumlu veya olumsuz anlamda etkileyebileceğini hissetmeye başladık, ama adını koyamadık. O senelerde, turizmin bir sektör olarak ekonomide önemli bir yerinin olduğunu öğrenmemizi sağlayan bir diğer faktör de Yunanistan üzerinden gelen haberler oldu. 1974’de Kıbrıs Harekatı oldu. O dönemde Türkiye’deki toplam yatak sayısı, Rodos’un yatak sayısının yarısı kadardı, turizm gelişmiş değildi. Dolayısıyla biz Kıbrıs Harekatı’nın turizm hareketlerini durdurmasından çok fazla etkilenmedik. Dünya gazetelerinden Yunanistan’ın bu durumdan ötürü sıkıntıya girmeye başladığını öğrenince, turizmin ekonomi içerisinde ciddi bir yer tuttuğunu ve savaş-hastalık gibi turizmi yaralayan bir durum olduğunda ekonominin çok ciddi şekilde etkilenebileceğini görmüş olduk.

‘’PROJELERİN YÜZDE 10’U HAYATA GEÇSE ÇOK MUTLU OLUYORDUK’’

Turizm o dönemlerde küçük kapasitelerde ve ağırlığı İstanbul’da olmak üzere işliyordu. Uçak diye bir şey yoktu, İstanbul’a gelen turistler buradan küçük ve büyük Anadolu turlarına çıkarlardı. Hemen hemen tüm turistlerin Anadolu ile bağlantısı İstanbul ya da buradan uçakla gittikleri Ankara üzerinden olurdu. Antalya diye bir yer ise o dönemde yoktu, 1980’lere kadar da olmadı.

Turizm planlaması açısından Türkiye’nin önemli kilit notlarından  biri 1972’de Side için düzenlenen bir yarışma projesiydi. Yarışmayı turizm planlamasını en iyi bilen büyüklerimizden olan ve hala mimarlık yapan Ersen Gürsel kazandı. O yarışmayla turizm bölgelerinin, resort alanlarının nasıl geliştirilebileceğini gördük. Bizim 1974’te başlayan projemiz de bunun ardından gelmişti.

1980’li yıllara geldiğimiz zaman Side gibi 1-2 yerde yarışmalar yapılmıştı ve elde birtakım planlar vardı. Ama uygulama olarak ne yapılacağını kimse bilmiyordu. Projelerin hayata geçirilmesi konusunda sağlam bir irade ve bilgi birikimi yoktu. Örneğin, Side Belediye Başkanı o projelerin bir kenarından tutup birazını uygularsa ya da Turizm Bakanı biraz destek verirse plan uygulanıyor diye çok mutlu oluyorduk. Aslında buralarda da plan öngörülerinin belki en fazla onda biri uygulanıyordu, ama onun da farkında değildik. Düşünün böyle bir ortamdaydık.

‘’TÜRKİYE CHARTER SİSTEMİYLE DESTEKLENMEYE BAŞLAYINCA BÜYÜK DESTİNASYON OLMA YOLUNA GİRDİ’’

İlerleyen dönemlerde Turizm Bakanlığı bu planlara sahip çıkıp, bölgedeki belediyeler vb. gibi yerel inisiyatiflerle bir araya gelip projelerin hayata geçmesi için belli çabalar göstermeye başlayınca, Türkiye, turizmin planlanarak geliştirilebileceği konusunu anlamaya başladı. Elbette bu yeterli değildi, ama en azından bir bilinç oluşmuştu.

Bu çalışmalar sürerken, hala uçak konusunda büyük sorun yaşıyorduk, charter sistemi daha Türkiye’ye gelmemişti Kapadokya’da havalimanı yoktu, Ankara’da küçük bir havalimanı olan Esenboğa vardı, Doğu’da ise sadece Adana’da havalimanı vardı. O dönemde bütün bir sene tarifeli seferlerle ülkemize uçak turistleri toplasanız 3 uçağı doldurmazdı.

1977-78 yıllarında bir başka projeye katkı sunma şansı buldum. Ankara’da Antalya için öncül örnek bir proje yapılıyordu. 4-5 arkadaşım Kemer bölgesinin geliştirilmesini içeren Güney Antalya Projesini yapıyordu. Ben o dönemde Köy İşleri Bakanlığı’nda çalışıyordum ve birinci dereceden görev almadım ama proje yürütücüleri Seferihisar-Dilek projesinde birlikte çalıştığım arkadaşlarım olduğundan destekleme şansı buldum. Projenin Dünya Bankası’nın desteğiyle, hangi koşullarda geliştiğini çok iyi biliyorum.

1981 yılından itibaren charter sistemi yavaş yavaş gelişmeye başladı ve Türkiye, charter sistemiyle desteklendikten sonra büyük destinasyon olma yoluna girdi.’’



KAMU GÖREVİNDEN ALINIYOR

Turizm Bakanlığı ile yürüttüğü çalışmanın ardından askerliğini yapan Tavit Köletavitoğlu, bir süreliğine de olsa yurt dışı hayalini gerçekleştirmiş. Yüksek lisans yapmak için Kanada’ya giden Köletavitoğlu, geri dönüş hikayesini ve sonrasındaki kariyerini şu şekilde anlatıyor:

‘’Eğitimimi sürdürürken, ‘Türkiye’nin bölgesel kalkınması için turizmin kullanılması’ konusundaki tez çalışmam için veri toplamak üzere Türkiye’ye geldim. Ancak ailemin bana ihtiyacı olduğunu hissettim ve kalmaya karar verdim. 1977’nin sonlarında bir süreliğine Turizm Bakanlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde çalıştım. Ondan sonra da Ankara’da Köy İşleri Bakanlığı’nda köylere hizmet götürülmesi ve kırsal alanın geliştirilmesi üzerine çalışan küçük bir ekibe dahil oldum. Köy kent projesi, köylüye iş projesi ve köylüye yol projesi gibi önemli projeler yürüttük. Bu 3 projede 2 sene çalışarak müthiş bir tecrübe kazandım. Bütün ekip arkadaşlarım gibi ben de bu projede çalışmakla iftihar ederim. Çalıştığımıza değen bir çalışma yaptık, Ecevit Hükümeti ile çalışıyorduk. Kasım 1979’da Ecevit Hükümeti’nin istifa etmesinden sonra Demirel Hükümeti geldi ve bizi görevden aldılar. Ankara’da çalıştığım sırada ODTÜ’de bir ulaşım dersinde yardımcı hocalık yapıyordum Çocukların notlarını vereyim, dönemi bitireyim diye hazirana kadar Ankara’da kaldım. O süre içerisinde dönemin Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer’in çağrısıyla belediyede ulaşım danışmanı olarak görev yapmaya başladım. Orada da birkaç güzel proje yaptık. 1989 yılının mayıs ayının sonunda ODTÜ’de notları verdikten sonra Ankara defterini kapattım ve İstanbul’a döndüm.

‘’BİR DAHA DEVLETLE İŞİM OLMAZ’’

Orada da dönemin İstanbul Belediye Başkanı Aytekin Kotil’in çağrısıyla ulaşım danışmanı olarak göreve başladım.  Ancak çok geçmeden 12 Eylül yaşandı ve ihtilalle gelen komutanlar bizi görevden aldı. 6-7 ay içerisinde önce kamudan sonra da belediyeden ayrılmak durumunda kalınca, ‘Özel sektöre geçeceğim, artık devletle işim olmaz’ dedim. O dönemden beri yeminimi tutuyorum ve devletle iş yapmıyorum, hep özel sektörde çalıştım.

O zaman Türkiye’nin en büyük üç şirketinden biri olan, Galatasaray’ın eski başkanlarından Faruk Süren’in babası Fuat Süren’in kurduğu Transtürk Holding’de çalışmaya başladım. Orada hem Side’de 3 kilometrelik sahil bandı olan bir bölgenin geliştirilmesi ile ilgilenen bir şirketin genel müdürlüğünü yürüttüm, hem de ulaşımdan anladığım için holding bünyesindeki ulaşım araçları satan bir şirketi yönettim. Orada bir süre çalıştım, Fuat Bey’in yanında çok şey öğrendim.

NET HOLDİNG’TEN BESİM TİBUK'LA CİDDİ FİKİR AYRILIĞI YAŞAYARAK AYRILIYOR

1982 yılının sonlarına doğru da Net Turizm’e geçtim. Besim Tibuk benim asker arkadaşımdı, ‘beraber çalışalım’ diye sürekli söylerdi. Net Turizm o zaman küçücüktü, Nuruosmaniye ve Beylerbeyi’nde iki küçük mağazası, Sultanahmet’te de küçük bir büfesi vardı. Ben Net Turizm’e Ege bölgesinde bir projede çalışmak üzere katıldım, ancak daha sonra projenin verimli olmayacağını düşünerek projeden vazgeçtim. Besim’e ‘Bu proje olmaz, istersen ben ayrılıp başka yere geçebilirim’ dedim. Besim kabul etmedi ve beraber çalışmaya devam ettik.  Bundan sonra Net Holding’i kurduk ve ben koordinatörlüğünü yapmaya başladım. Net Holding bir sermaye şirketiydi ve devamlı şirket doğuruyordu. Duty free, inşaat, ihracat, reklam, basın-yayın gibi pek çok alanda şirket kurduk. Yaklaşık 10 yıl boyunca şirketin genel koordinatörlüğünü yaptıktan sonra, Besim ile çok ciddi boyutta fikir ayrılığı yaşadık ve 1991 yılında ayrıldım. Şirket büyüdükten sonra yönetme ve denetleme fikirlerimiz, delegasyon anlaşımız, şirket içi demokrasi ve eğitim anlayışımız ciddi anlamda farklılaştı. Şirket küçükken bu sorunlar da küçüktü, şirket büyüyünce çatırdamaya başladı. İkimiz aynı mekanda olamamaya başladık. Besim kurucu ve yönetim kurulu başkanıydı ve bana ayrılmak düşerdi. Bu yüzden efendice ve dostça ayrıldım.’’



ROBINSON’A YENİ MARKA KURDURUYOR

Sonrasında kendi şirketi Atlas’ı kurmayı planlayan Köletavitoğlu, Yapı Kredi’nin o dönemki genel müdürü Burhan Karaçam’ın ısrarlarına dayanamayarak Yapı Kredi’de çalışmaya başlamış. Köletavitoğlu’nun Yapı Kredi dönemindeki çalışmaları ise Türkiye’de otelciliğin gelişimi anlamında önemli veriler sunar nitelikte...

‘’Yapı Kredi o dönemde Datça’da büyük bir arazi üzerinde yarım kalmış bir bina almıştı ve orayı geliştirmek istiyordu. Burhan Karaçam’a birkaç öneride bulundum ve birkaç kişi tavsiye ettim. Ancak önerdiğim insanlarla değil benimle çalışmak istediğini söyledi. Oysa ben kendi şirketimi kurmak istiyordum. ‘Bizim bünyemizde çalış, bu işi bitir, sonra kendi şirketini kurarsın.’ dedi. Kabul ettim, ancak öyle olmadı. Şirkette tam 6-7 sene çalıştım ve çok güzel projeler geliştirdik.

Ben Net Holding’te çalışırken, holding bünyesinde bir yapı şirketi kurmuş ve 17-18 yıl aradan sonra İstanbul’a yapılan ilk 100 odadan büyük otel olan Laleli Ramada’yı yapmıştık. Bu bizim için çok önemli bir tecrübeydi ve yapı şirketiyle daha sonrasında Alanya, Ayvalık ve Antalya’da başkalarının işletmesi için oteller yaptık. Çocukluğum şantiyelerde geçtiği için farkına varmadan çok şeyler öğrenmişim. Ekibi de ben kurduğumdan yapı şirketiyle iç içe çalışıyordum.

Dolayısıyla, Yapı Kredi’ye geçtiğimde çok ciddi bir tecrübe kazanmıştım. Datça’da yaptığımız tesis Türkiye’nin en iyi resort tesisi oldu. Şu anda D Maris ismiyle Doğuş Grubu’nun olan otel, açılışta Robinson Select Club Maris olarak hizmet veriyordu. Robinson ile önce işletme anlaşması yaptık, sonra oteli onların işletmesine göre hayata geçirdik. O zaman, Robinson’un Select Club’ı yoktu, ilk Robinson Select bizim otelimiz oldu. Çünkü, oteli yapınca, ‘Biz sizin standart Robinson tesislerinizden daha iyi bir tesisiz, o yüzden bize bir üst kademe satış yapacaksınız’ dedik. O dönemde Türkiye’deki standart Robinson tesislerinde iki kişilik odada bir yatak 110-120 marka satılıyordu, biz ise 255 marka satıyorduk. Bize en yakın olan otel Alarko’nun Hillside’ıydı, onlar da 125 marka satıyordu, ölçeğimiz buydu. Bizim yatak başına verimimiz onların oda veriminden fazlaydı, ama ona göre özel bir ürün yapmıştık. O tesis daha sonra çok hırpalanmasına rağmen hala Türkiye’nin en güzel tesislerindendir.’’



TÜRKİYE’YE GELMEK İSTEMEYEN FOUR SEASONS’I NASIL İKNA ETTİ?

Datça’daki otel projesinden sonra, Türkiye’ye gelmek istemeyen Four Seasons’ı nasıl ikna ettiklerini anlatan Köletavitoğlu, dönemin koşullarını da gözler önüne seriyor:

‘’Sene 1994 civarıydı. Turgut Özal Sultanahmet’teki tesisi daha önce otel yapılması için 2 kişiye vermiş, ancak o kişi kişi aralarında hem konseptte hem de ortaklık nosyonunda anlaşamamış ve bizi önermişler. Bize tesisi satın alıp almayacağımızı sordular. O dönemde, oraya 177 küçük küçük odalardan oluşan bir 3 yıldızlı otel yapacaklardı. 3 yıldızlı yatırım belgesi almışlardı ama otel 2 yıldızlı bir otel olacaktı. Ben de oraya 2 yıldızlı bir tesis yapmanın bölgeye ihanet olacağını söyledim. ‘Tesisi bir şartla satın alırız. Fiyatı ve diğer tüm şartları şimdi belirleriz ama siz bana 5-6 ay opsiyon tanırsınız. Ben eğer buraya dünya çapında lüks bir marka çekebilirsem satın alma işlemini tamamlarız. Yoksa ben sizin yaptığınız gibi 177 odalı bir tesis yapmam.’ dedim. Onlar da benim bilgi birikimime inandılar ve kabul ettiler. Hangi markaların gelebileceğini düşündüm ve listenin ilk sırasına Four Seasons’u, arkasından da Carlton ve Raffaele gibi markaları yazdım. Hepsiyle görüşmek yerine önce Four Seasons’a ulaştım. Bana Paris’te bir Four Seasons açmak istediklerini, oradan daha doğuya gitmek istemediklerini söylediler. 3-4 ay ikna etmek için uğraştım. Önce kesinlikle hayır dediler, ağızlarından girdim burunlarından çıktım. Özel uçakla ekiplerini Madrid’ten İstanbul’a getirdim, helikopterle şehir turu yaptırdım. Sonunda ikna oldular ve geldiler. Kabul etmeleri, tesisi onların konseptine göre yapmak demekti..

‘’İSTANBUL’DAKİ FİYAT PASLANMIŞLIĞINI VE PSİKOLOJİK BARİYERİ BİZ KIRDIK’’

Four Seasons gibi deluxe markaların sembol lideri olan bir markanın İstanbul’a gelmesinin İstanbul ve Türkiye turizmi açısından iki önemi vardı. Birincisi,  o zamana kadar İstanbul’u reddeden markalar artık reddetmemeye başladı. İkincisi ise, fiyat anlamındaki etkisi oldu. Four Seasons’tan önce İstanbul’un en pahalı oteli Çırağan Kempinski’ydi., onu Hilton ve Swissotel takip ediyordu. Bu markaların Türkiye’deki otelleri dünyadaki en iyi otelleriydi, ancak buna rağmen Kempinski ortalama 110 dolara, Hilton 100 dolara, Swissotel ise 85-90 dolara oda satıyordu. Four Seasons ile beraber çalışmaya başladık ve açılıştan 1.5 yıl önce genel müdür İstanbul’a geldi. Piyasayı yokladı, planlamaları yaptı ve otelin gecelik oda fiyatının ortalama 170 dolar olmasına karar verdiler. Bu hedefi büyük bir devrim olarak görüyorlardı. Bütçeyi yapıp bize getirdiklerinde bütçeyi reddettim ve ‘170 dolara oda satmak için Four Seasons markasına ihtiyacım yok, böyle bir ürünü kendim de satabilirim.’ dedim. Kavga-dövüş pazarlığın ardından ben doluluk arttıkça fiyatların da artması şartıyla 225 dolara razı oldum. İstanbul birden bire böyle bir rakamla tanıştı. Ortalama rakamın 225 dolar olması için, 350-400 dolara oda satmanız gerekir ve bunlar o dönemde olağanüstü rakamlardı. Biz bu adımı atınca Kempinski 200 dolarlara, Hilton 150 dolarlara, Swissotel de 100 doların üstüne çıkmaya başladı. İstanbul’daki fiyat paslanmışlığını kıran Four Seasons’ın ölçeği küçük de olsa insanlara ‘İstanbul’da bu rakamlar var’ dedirtmesi oldu. Yoksa İstanbul o pasın içinde çürüyüp gidecekti. İstanbul’da o rakamlaırn olamayacağını, fiyat yükseltirlerse satamayacaklarını düşünüyorlardı. Bu psikolojik bir bariyerdi. Çırağan, son dakikada geceliği 50 dolara oda veriyordu, düşünün. Biz ortalama oda gelirimizi 370-400 dolara taşıdığımızda, Kempinski artık 280 dolar seviyelerine çıkmıştı.

Four Seasons, açılışını izleyen 11 yılda dünyada hiçbir otele nasip olamayacak şekilde 17-18 kere en iyi otel seçildi. Ben 1997’de Yapı Kredi’den ayrılıp kendi şirketim Atlas’ı kurdum. 2003-2004 yılında Four Seasons’ın sahibi ve tepe yöneticisi Isador Sharp İstanbul’a geldiğinde birlikte yemek yemiştik. Bana birkaç ay sonra New York’ta bir toplantıya davet etti. İstanbul’daki Four Seasons otelinden ötürü bir ödül alacaklarmış. Bana ‘Sen farkında değilsin galiba, dünyadaki hiçbir otel 10 senede bu kadar ödül almadı’ dedi. Bu kariyerimde en keyif aldığım zamanlardan biridir. Son zamanlarda çok iyi oteller yapıldı elbette, ancak bundan 10 yıl öncesine kadar Türkiye’nin en iyi resort oteli ile şehir otelini biz yapmıştık. Tesislerimizi işleten her iki şirket de, o zamana kadar yaptıkları rakamların en iyisini yaptılar ve daha sonra bu rakamların yanlarına bile yaklaşılamadı. Çünkü pazarlayabileceğimizin en iyisini yapmayı hedefleyerek yola çıktık. Bu benim için çok değerli bir şeydir.’’



‘’HARİKA TESİSLER YAPIP UCUZA SATMAK MARİFET DEĞİL’’

Türkiye’deki kaliteli tesislerin çok ucuz fiyatlardan satılmasının büyük bir problem olduğunu belirten Köletavitoğlu, eleştirilerini şu şekilde sıralıyor:

‘’Özellikle Antalya’da 700 euroya satılması gereken tesislerin 90 euroya satıldığını görüyoruz, bu çok acı. Önemli olan yaptığınız yatırım rakamlarıyla gelirlerin uyuşmasıdır. Harika tesisler yapıp ucuz satmak marifet değil. Yıllarca turizm yatırımcısı arkadaşlarıma hep bunları söyledim, kavga ettim. Herkes en iyi tesisi yapmak istiyor. Sonuç olarak sen bu tesisi Almanya’nın bilmem ne standardında bilmem ne tur operatörüne satacaksın. Onun da sana vereceği para maksimum 100 euro. 500 euroya kurtaracak seviyede tesis yapıyorlar. Kendini 10 senede amorti edecek tesis, 25 senede ediyor, hatta bazen edemiyor.’’

‘’ALMANYA GAZETELERİ 1 HAFTA BİZİ YAZDI’’

Net Holding’te iken İrlandalılarla birlikte kurdukları Pegasus’u daha sonra Yapı Kredi bünyesine aldıklarını anlatan Köletavitoğlu, Pegasus’u tanıtım çalışmalarında nasıl kullandıklarını şöyle aktarıyor:

‘’Pegasus’u bir elden geçirdik ve ölü mevsimlerde Pegasus’u büyük bir avantaj olarak pazarlamada kullandık. TUI’nin Almanya’da 4 bin civarı perakende acentesi vardır ve bunun 150 tane kadarı kendisine aittir. Geri kalanları küçük franchise ofislerdir. 4 bin içerisindeki 150 acente bütün TUI’nin cirosunun yüzde 95’ini yapıyordu. En büyük şehirlerin en güzel yerlerinde bulunan bu 150 acenteden study turları yapmaya başladık. Normal şartlarda study turlarının temposu çok yoğun olduğundan bu turlara tecrübeli acenteler değil, gençler gelir. Biz tam tersini yaptık ve her sene sadece kendi tesisimize özel 3-4 tur düzenledik. Almanya’nın 3 ayrı noktasından kendi elemanlarımızın olduğu Pegasus uçaklarıyla tecrübeli acenteleri getirdik, mükemmel bir tatil yaptırdık ve uçaklara bindirip yine evlerine yolladık. Şirketimizdeki elemanlar bu insanlarla ahbap oldu. Ondan sonra bu tatili kendileri tecrübe etmiş olan acenteler, insanlara Türkiye’yi ve bizi önermeye başladı. Biz bu oteller başarıya böyle ulaştık.

Örneğin, Almanya’da olimpiyatlarda madalya alan bütün sporcuları getirip Robinson Select Club Maris’te tatil yaptırdık. Evet 5 kuruş para almadık ama Almanya’daki gazeteler 1 hafta boyunca bunu yazdı. Böyle bir tanıtımı parayla satın alamazsınız.’’



‘’REKABET GÜCÜ KALİTELİ MAL VE HİZMETLERDEN OLUŞUR’’

Türkiye’deki fiyatların belli bir seviyenin altında kalmasına da değinen Köletavitoğlu, ‘’Rekabet gücü her türlü mal ve hizmetten değil, çok kaliteli mal ve hizmetlerin toplamından oluşur. Biz hep turizmde Türkiye’nin kaliteli ürünlerle belli bir çizginin üzerindeki müşteriye hitap etmesi gerektiğini söyledik. Öteki kısmı inkar etmek için söylemiyorum, onun da olması lazım. Ama esas olan yüksek kalite olmalı. Ülkeler, rekabet güçlerini sıradan tesis ve hizmetlerle değil, sofistike olmuş, belli bir kaliteye ulaşmış ve kalitesini sürdürülebilir bir hale getirmiş ürünlerle yakalar. Biz ülke olarak bunu bir türlü anlayamadık. İnsanımız panik içerisinde fiyat indirimleri yaptığı için rakamlar hak ettiğimiz çizgilere asla gelemedi.’’ diyor.

‘’20 SENE BOYUNCA TUR OPERATÖRLERİNİN DİKTASI ALTINDA KALMIŞ BİR SEKTÖR’’

Rakamların bundan sonra yükselebileceğine dair inancı olup olmadığını sorduğumuz Köletavitoğlu, şu cevabı veriyor:

 ‘’Eğer ekonomik realitenin içerisinde batmalar olursa, tesisleri yeni satın alanlar doğru kurallarla doğru fiyatlamalar yapabilirler. Turizmde fiyatlama çok önemlidir ama biz bunu hala öğrenemedik. Bunun birinci sebebi charter uçak sistemleri ile beslenmemiz. Bu süreçte rüzgar hep arkadan geldi, turist sayısı sürekli arttı ve ipler tur operatörlerinin eline geçti. Bu saatten sonra sizin artık pazarlık gücünüz kalmıyor. Tur operatörleri ile pazarlık edemeyen otelciler, tesislerini yürüttükleri diğer iş kollarından beslemeye başlıyor. Bu mekanizma kalkar, yatırımcılar turistik yatırımların kendi iç fizibilitelerini dikkate alma ve kendi iç fizibiliteleri yoksa gerekirse kapatma basiretine sahip olursa, o zaman Türkiye kalitesinin gereği rakamlara ulaşabilir. Şimdi ‘fizibilite yapıyoruz’ diyenler, başkalarının kendilerini verdiği fiyat üzerinden hareket ediyor. Çünkü rekabet gücü ve alışkanlığı yok. 20 sene tur operatörlerinin tam anlamıyla diktası altında kalmış bir sektörün hem rekabet gücü hem de alışkanlığı yoktur, pazarlık refleksi edinmemiştir. Bunun dışına çıkan çok az şirket var ve bugün ayakta kalan 60-70 otel varsa bunun sebebi budur. Bir yere tam teslim olmamış, teslim olmadığı için rekabet gücü ve pazarlık refleksi kazanmış olanlar, her şeye rağmen sistemlerini ayakta tutabiliyorlar. Pazarlama bilmeyen, tur operatörü ne derse onu yapmak durumunda kalmış olanların Türkiye’yi hak ettiği yere getirmesini bekleyemeyiz. Ama bu zaman içinde olacak, ben buna inanıyorum.

‘’SIKINTILI DÖNEM HERKESE BASİRETİ ÖĞRETTİ’’

Sıkıntılı dönem herkese basireti, fizibilitede yazdığımız rakamların palavra olduğunu öğretti. Önemli olan rüzgara karşı yürümektir, rüzgar seni sürüklerken ‘ben yürüyorum’ demenin anlamı yoktur. O sert rüzgara karşı zor da olsa yürüyebilenlerin sayısı arttıkça Türkiye kendisini daha doğru fiyatlandıracaktır.’’



TYD TÜZÜĞÜ NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ?

Kurucularından olduğu ve iki dönem başkanlığını yürüttüğü Turizm Yatırımcıları Derneği (TYD)’yi de sorduğumuz Köletavitoğlu, derneğin kuruluş sürecini ve sonraki dönemini şöyle anlatıyor:

‘’Ben Net Holding’te çalışırken, Barlas Küntay da Net Holding’in yönetim kurulu başkan vekilliğini yürütüyordu. Biz hep kendi aramızda ‘turizm yatırımcıları bir araya gelse de devlet karşısında problemlerini tek ağızdan anlatabilse’ diye konuşurduk. Rahmetli Barlas Abi, çok toparlayıcı, insanları birleştirici bir kimliğe sahipti. Bu derneği kurarken kolları sıvadı ve büyük emek harcadı. Bizler de ona destek verdik, kurucular heyetini oluşturduk. Barlas Abi,’nin Türkiye turizminin gelişmesindeki en önemli kararlarından birinin altında imzası vardır. Bahsettiğim önemli karar, 14 Haziran 1980 Turizm Çerçeve Kararnamesi’dir. Barlas Abi’nin Bakanken imza altına aldığı bu karar, turizmin önünü açan çok önemli bir devrimdir. Dolayısıyla turizm yatırımcılarının çok büyük kısmı Barlas Abi’ye saygı duyardı. Bu bizi birleştirdi ve TYD’yi kurduk. Barlas Abi yaklaşık 10 sene TYD başkanlığı yaptı, ben de bunun 5-6 senesinde onun başkan yardımcılığını yaptım. Barlas Abi 10 sene sonunda koltuğunu devretmeye karar verince, ben ve bir başka başkan yardımcısı arkadaşım yarıştık ve sonuç olarak ben TYD Başkanı oldum. 4 sene başkanlık yaptım. İstesem 14 sene daha başkanlık yapardım, ama sivil toplum kuruluşlarında kamu karşısında yapılan hizmetler kadar önemli bir diğer konu da tabanın kopmamasıdır. Siz başarılı da olsanız, başarısız da olsanız belli bir süre sonra taban yönetimden kopar. Yönetimle taban arasındaki bağ çok önemlidir, asla kopmamalıdır. Türkiye’de bu bağ çok zayıftır. Sonuç olarak ben tüzüğü değiştirmeye karar verdim ve tüzüğü kimsenin 2 dönemden fazla başkanlık yapamayacağı şekilde değiştirdik. Benden sonra başkan yardımcılığı yapan arkadaşım Oktay Varlıer başkan olarak görev yaptı. Sonrasında ne kadar doğru bir karar almış olduğumuzu gördük.’’

TARTIŞMALI TYD GENEL KURULU...

TYD’nin tartışmalı son genel kuruluna da değinen Köletavitoğlu, şunları anlatıyor:

‘’Biz bu tartışmada kesin bir şekilde taraf olduk. Çünkü Oya Narin’den önce başkan olan Murat Ersoy arkadaşımız 2 önemli şey yaptı ve ikisini de benimsememiz mümkün değildi. Bunlardan ilki, tüzüğü değiştirip uzun seneler TYD’de başkan olma arzusunu dile getirmesiydi. Biz yaptığımız değişikliğin ne kadar işe yaradığını daha sonraki yıllarda gördüğümüzden dolayı buna engel olduk. İkincisi ise şu: Arkadaşımız, turizm yatırımcılarının klasik yatırımlarının biraz dışında kalan uçak işiyle ilgileniyordu. Galiba, sektörün sıkıntıya girdiği dönemlerde, kendi alt sektörüne biraz daha öz evlat muamelesi yaptı. Bu da bir rahatsızlık yarattı. Bu iki şeyi doğru bulmadığımız için de daha doğru çalışacağını düşündüğümüz bir ekibin yanında yer aldık. Taraf olmak kötü bir şey değildir, fikri olmaktır. Bizim 4 eski başkan olarak doğru bulduğumuz sağlam bir fikrimiz var.’’



TATİLLERİNİ NASIL GEÇİRİYOR?

Biraz da aktüelden gidelim...

Köletavitoğlu’nun evli endüstri mühendisi bir kızı ve bilim felsefesi okuyan bir oğlu var. Köletavitoğlu, uzun süre önce eşinden ayrılmış.

Peki Köletavitoğlu, tatillerini nasıl geçirmeyi seviyor?

‘’Benim tatil anlayışım 2 uçlu. Öncelikle, şehir planlamacısı olmanın da getirdiği ilgiyle yeni şehirler görmeyi çok seviyorum. Bu yüzden fırsat buldukça bir yerlere gidip geziyorum, ancak bunu son senelerde biraz aksattım. İkincisi tatil tercihim ise kelimenin tam anlamıyla dinlenmek. Bunu da mavi yolculukta yapabiliyorum. Mavi yolculuğa çıktığımda da miskin miskin yatmıyorum, günde 6 saate yakın yüzüyorum.

Bunun dışında, son 2 senedir aksatsam da dağ yürüyüşlerine çıkmayı seviyorum. 1 hafta boyunca TV, telefon, elektrik olmadan sırtımızda çadırımızla geziyoruz. Bu da çok güzel bir macera oluyor. Günde 30-40 kilometre yürüyorsunuz ama müthiş bir şekilde dinleniyorsunuz.

Ben eski bir sporcuyum, hala her gün idmanımı yapıyorum. Bu da beni her gün dinlendiren bir şey. Sabah çok erken kalkıp spor yapar, ondan sonra işime giderim. Ben günlük dinlenmelerimi sürekli yaptığımdan dolayı diğerlerine göre daha az yorulduğumu söyleyebilirim.''



EN SEVDİĞİ ŞEHİRLER HANGİLERİ?

Şimdiye kadar çok heves edip de gitmediği bir şehir olmadığını belirten Köletavitoğlu’na favori şehrini sorduğumuzda şunları söylüyor:

‘’Turist olarak ziyaret etmeyi en sevdiğim yerlerin başında Londra geliyor. Onun dışında, Viyana, Prag, Milano ve Barcelona çok sevdiğim şehirlerdir. Avrupa’da henüz görmediğim için kendime kızdığım ve en az bu şehirler kadar seveceğimi düşündüğüm şehir ise Lizbon.’’

Boş zamanlarında bol bol spor yapan Köletavitoğlu, müzikle de oldukça içli dışlı. Arkadaşlarıyla bir araya gelerek halk müziği şarkılarını yorumlayan Köletavitoğlu, ‘’Bunu belli bir seviyenin üzerinde yapıyoruz ve bu faaliyet beni çok motive ediyor. Zaten üniversiteden kalan bir alışkanlık benim için. Bir şarkıyı az hatalı okuduğum ya da yeni şarkılar öğrendiğim zaman kendimi çok iyi hissediyorum.’’



‘’KAÇAK REHBERLİK YAPTIM’’

Turizm hayatı boyunca yaşadığı en ilginç olayı sorduğumuz Köletavitoğlu, üniversite okurken kaçak rehberlik yaptığı sırada yaşadığı bir anıyı anlatıyor:

‘’O sırada üniversitede okuyordum ve dil biliyordum. Üniversiteden bir arkadaşım aradı. Kapadokya’da 3 Japon grubu gezdireceklermiş. İki grubun rehberi varmış, diğerinin yokmuş. İki rehberden biri olan arkadaşım ‘Lisan biliyorsun. Gel bize yardımcı ol.’ dedi.  Ben de ‘Ben ne rehberlik bilirim, ne Kapadokya’yı bilirim.’ dedim. Bana şoförün Kapadokya’yı çok iyi bildiğini, işin parasının da çok iyi olduğunu söyledi. Kalktım, gittim. Ankara’da otobüse bindim, bir baktım ki Japonların elinde koca koca Kapadokya’ya dair kitaplar. Okumuşlar, notlar almışlar. O an anladım ki adamlar Kapadokya’yı benden iyi biliyor. Şoför gerçekten çok tecrübeliydi, bana  mikrofonu verdi ve ‘hoş geldiniz’ konuşması yapmamı söyledi. İnsanlara hoş geldiniz dedikten sonra, ‘Ben sizin rehberiniz değilim, hayatınızı kolaylaştırmaya çalışacağım. Ben hayatımda hiç rehberlik yapmadım, Kapadokya’yı da bilmiyorum. Sizlere dil konusunda yardımcı olmaya çalışacağım. Bana sakın Kapadokya konusunda soru sormayın, hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz.’ dedim. Otobüsten indiğimizde rehber arkadaşım Olcay ‘İyi halt etmişsin, keşke söylemeseydin’ dedi. 3 gün geçip tur bittiğinde gördük ki, ben diğer arkadaşlarıma verilen bahşişin 3 katını almışım. Bunu hiç unutmam.’’

''TURİZMİ PESPAYELEŞTİREN İNSANLARI GÖRÜNCE...''

Son olarak tekrar dünyaya gelseniz turizmci olur muydunuz diye sorduğumuz Köletavitoğlu, şu cevabı veriyor:

‘’Bu sorunun yanıtı hem evet, hem de hayır. Evet, çünkü turizm Türkiye’nin geçmişinde çok önemli bir rol oynadı ve ben bu rolün tamamına şahit oldum. İçinde olduğunuz sektör memleketin ekonomisine, sosyal hayatına ve hatta diplomasisine etki yapan bir sektörse, siz de buradan kendinize bir kıvanç çıkarırsınız. Ben bu kıvanca sahip olduğumdan dolayı yine turizmci olurum diyorum.

Öte taraftan, turizmi o kadar pespayeleştiren, o kadar ayaklar altına alan insan var ki, onlara baktığım zaman hayır diyorum. Kısmet olursa ‘Ben turizmci değilim’ başlığıyla anılarımı kaleme alacağım. Başlığı belirlerken, Nadir Nadi’nin ‘Ben Atatürkçü değilim’ isimli kitabından kopya çektim. Ben bilet kesmek dışında turizmin her kolunda bulundum. Bütün bunlara rağmen ‘Eğer bu pespaye ekip turizmciyse, onların yaptığı turizm ise, ben turizmci değilim’ diyorum.

Kendi küçücük, mikroskobik dünyalarını bir sektöre mal etme bencilliğini görüyorum insanlarda. Kısa vadeli düşüncelerini hayata geçirmek için attıkları bencilce adımları ve aşırı menfaatçiliklerini görmek beni çok üzüyor. Bana isim söylettirmeyin ama şunu bilin, bunu kendilerinin yanında çok daha rahat söylüyorum. Bunları söylediğimde gülüyorlar, umursamıyorlar. Bunlar Türk turizmine çok zarar verdiler ve hala zarar vermeye devam ediyorlar. Yaptıklarını ülke için yapıyormuş gibi gösterenler de büyük sahtekarlık yapıyor.’’










Bu Haber 28.05.2017 - 19:58:08 tarihinde eklendi.
Kullanıcı Yorumları
  • Mustafa Zengin 22.07.2017 - 03:40

    ‘Ben sizin rehberiniz değilim, hayatınızı kolaylaştırmaya çalışacağım. Ben hayatımda hiç rehberlik yapmadım, Kapadokya’yı da bilmiyorum. Sizlere dil konusunda yardımcı olmaya çalışacağım. Bana sakın Kapadokya konusunda soru sormayın, hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz.’ Bu cümleyi söyleyebilecek özgüvene sahip ve temiz insan... bravo! sanki ben :)

  • Vedat Palandöken 07.06.2017 - 02:51

    Çok güzel bir yazı. Özleyenlere, kendini yanlarında hissettirdin.

  • BurakA 30.05.2017 - 06:43

    Faruk Pekin Bey ve Tavit Bey gercek turizm duayenleri. Onlarla ilgili yazilariniz cok iyi hazirlanmis.

  • CENGİZ ERDİK 29.05.2017 - 05:58

    Her bir satırını zevkle okudum. Müthiş bir emek, müthiş bir hayat hikayesi... Ders olabilecek türden bir yazı. ' Ben turizmci değilim ' kitabını ise heyecanla bekliyorum :)

En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.