Antalya turizminde görmezden gelinen değerler ve olanaklar

Antalya turizminde görmezden gelinen değerler ve olanaklar
TurizmGüncel yazarı Prof. Dr. Tuncay Neyişçi 'Uzun ince bir yol: İpek Yolu' başlıklı çalışmasında, İpek Yolu'nu ve Antalya'nın köklü değerlerini kaleme aldı. ''Bu satırların yazarı yıllardan beri öğrencilerine İtalya’nın turistlere sattığı ipek kravatlar ve dondurmadan elde ettiği gelirin Antalya’nın otelcilikten elde ettiği gelirle karşılaştırılabilir olabileceğini anlatmaya çalışmaktadır.'' denilen makalede, kentin değerlerine yeterince sahip çıkılmadığı belirtilerek, ''Turizmin başkenti olmakla gururlanan Antalya kent merkezinde hatırlatıcı, görünür ve bilinir kılıcı bir izdüşümün, bir işaretin bulunmaması nasıl açıklanabilir?'' ifadeleri kullanıldı. 4 yıl önce yazılmış olmasına rağmen hala güncel sorunları ve olanakları anlatan makaleyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz...


Yol, ne başı ne de sonu belli, uzayıp giden bir hat değildir. Rivayet edildiği gibi her yol bir sonu ifade eden “Roma”ya çıkmaz, bir sonsuzluğu ifade eden “Roma”lara ulaşmaya çalışır. Herkesin “Roma”sı başka, herkesin “Roma”sı kendine göredir.

Yol ucu bucağı olmayan bir coğrafyadır, ayağın bastığı, basabildiği her yerdir. Yol yeryüzüdür. Ayağımızla basamadığımız gökyüzü de yola dahildir, okyanuslar da. Yol insanları olduğu kadar tüm doğası ve kültürüyle coğrafyayı da taşır. İnsan coğrafyanın ürünüyse, ki öyledir, insan yolun ta kendisidir. İnsanın yolculuğu buradan gelir.



Yolların geçmek, coğrafyaların düğümlenmek zorunda kaldığı “Anadolu Yarımadası” ister istemez insanların, kültürlerin, coğrafyaların tüm yönlere dağıldığı küresel bir “gar”a, bir “insanlık müzesi”ne, dönüşmek zorundaydı. Farkına varılamamış olması gerçeğin üstünü örtemez. Anadolu’nun ve dolayısıyla Antalya’nın ‘’İpek Yolu” ya da daha doğru bir ifadeyle “İpek Yolu”nun Anadolu ya da Antalya ile buluşup tanışması bir kader değil bir zorunluluktu.

Adına turizm desek de, bugün ülkemizi ve de Antalyamızı ziyaret eden milyonlarca insan aslında bu kadim “uzun ince” yolun yeni yolcularıdır. Yüklerinin ne olduğu tartışmaya açık.

İpek’e dair

İpek bir ”lif”tir. Güzel görünüşlü, yumuşak, parlak, dayanıklı, iyi boya tutan, hem bitkisel hem de hayvansal kaynaklı, yaklaşık 4 bin yıllık geçmişi olan, “liflerin kraliçesi” olarak bilinen bir lif.
İpek bir “kurt”tur. 1 kg iplik üretebilmek için her birinin 30-35 günde 500 gr dut yaprağı yiyerek 5 bin 500 tanesinin birlikte çalışmak zorunda olduğu ve kendisini 900-1500 m uzunluğundaki lifiyle ördüğü koza içine hapseden bir kurt.

İpek bir “dokuma”dır. Altından değerli, taşıyana asalet veren, imparatorların, kralların, sultanların tercih ettiği bir kumaş.

İpek bir “dut ağacı”dır. İpek böceklerinin tek ve vazgeçilemez gıda kaynağı olan bir ağaç.

İpek bir “gizem”dir. Dut yaprağının ipliğe, tırtılın kelebeğe dönüştüğü, 1 kilosunu üretmek için 5 bin 500 kurtçuğun çalıştığı ve her birinin kendi hapishanesini dokuduğu bir gizem.

İpek “prestij”dir. Giyene ya da giymesine izin verilene onur verip mevki kazandıran.

İpek bir “fiberoptik internet ağı”dır. Sadece malların değil, inançların, söylencelerin, düşlerin, düşmanlık ve dostlukların da her iki yöne taşındığı bir ağ.

İpek bir “yol”dur. Doğuyu batıya, Asya’yı Avrupa’ya, Çin’i Roma’ya, Hıristiyan’ı Budist’e, Müslüman’ı Mecuzi’ye bağlayan, tarihe ve kültüre kazınmış, Aşık Veysel’imizin deyimiyle “uzun ince” bir yol.
İpek turizmdir. Yaratıcı turizmcilerin elinde bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynaktır ipek.

İpek; yoluyla, gizemiyle, dokumasıyla, boyasıyla, verdiğiyle, aldığıyla ve hepsinden önemlisi etkileriyle kökü derinlerde zengin bir kültür öğesi,  meraklısına ilginç bir turistik üründür.

 
İpek Kozalarından Bir Tespih (Dedeağaç /Yunanistan)

İpek Yolu’nun açılış kurdelesi Anadolu’nun göbeğinde, Gordion’da kesildi

Arkeolojik kayıtlar Cilalı Taş (Neolitik) Devri’nde Mezopotamya ile Hindistan ve Çin arasında lapis, yeşim gibi değerli taşlar ile tunç ve demirden yapılmış elişlerinden oluşan oldukça yoğun bir mal değişiminin varlığına işaret etmektedir. İpeğin bu yollarda taşınmaya başlaması yaklaşık 3 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. MÖ 4. YY  ipek halılar ve ipek elbiseler macera sever tüccarların yükleri arasında görülmeye başlar. Milat ile birlikte kervanlara gezginler, yazarlar, şairler, hacılar, kaşifler de katılmaya, gördüklerini ve yaşadıklarını yazmaya başlarlar.

Doğuyu merak eden ilk batılı Büyük İskender olmuş, Pamir Dağları’nın eteklerine, yani Çin sınırına kadar sokulmuştur. Aslında batının doğuya, Avrupa’nın Asya’ya resmi geçiş töreni Anadolu’nun, deyim yerindeyse tam göbeğindeki Gordion Kenti’ndeki kızılcık dallarından oluşturulmuş düğümün Büyük İskender tarafından bir kılıç darbesiyle gerçekleşmiştir. Daha önceki yazılarımızdan birinde verdiğimiz bu hikayeyi hatırlayalım.

Kahinler yeni bir lider arayışında olan Friglere  şehre öküz arabası ile giren ilk adamın ülkenin kralı olacağını söylerler. Kral adayı Fethiye’den yola çıkıp, Antalya üzerinden kağnısıyla Gordion’a doğru yola çıkmış olan Gordios’tur. Sonradan Friglerin eşek kulaklarıyla ünlü kralı Midas'ın babası olacak olan Gordios şehre girer girmez kral ilan edilir. Derhal göreve başlayan kral ilk iş olarak Fethiye’den getirdiği kıymetli  öküz arabasını Frig tanrısı Sabazios (Yunanlılar Zeus olarak adlandırır) adına tapınağa adar ve kızılcık dallarından bir düğümle tapınağa bağlar. Zamanla bu düğümü çözecek kişinin Asya'nın hakimi olacağı söylencesi tüm Anadolu’ya yayılır.


Büyük İskender İpek Yolu’nun Resmi Açılış Töreninde Kurdele Kesiyor

Doğu yolundaki Büyük İskender, yolunu Gordion'a düşürür (MÖ 334) ve söylencenin büyüsüyle düğümü çözmeye çalışır ama başaramaz, öfkeyle kılıcını çekip düğümü keser. Böylece batı ile doğu, Avrupa ile Asya arasındaki, bir başka ifadeyle, İpek Yolu’nun batı-doğu hattının kapıları açılır.

Doğunun batıya geçişi ise ancak 2 yüzyıl sonra Zhang Quian’ın Pamir Dağları’nı aşması ve yepyeni bir dünya, farklı insanlar ve ürünlerle karşılaşması ile gerçekleşmiştir. O günden sonra dünyamız her yönüyle bir başka dünyaya dönüşmüştür.

Coğrafyaların, yolların düğümlendiği yarımada; Anadolu

Aslında Anadolu İpek Yolu’ndan çok daha önce, MÖ 5. binyılda Afganistan’ın kalayını batıya taşıyan “Kalay Yolu”, MÖ 2. binyılda Mezopotamya’yı Anadolu’ya bağlayan “Asur Ticaret Yolu”, MÖ 5. yüzyılda Pers İmparatorluğu’nun başkenti Persepolis’i Lidya Krallığı’nın Başkenti Sardis’e bağlayan “İmparator Yolu” gibi yolarla tanışmış, doğu-batı arasındaki “vazgeçilemez köprü” işlevini kanıtlamıştır. Anadolulu ünlü tarihçi Heredot, yazılarında dünyada başka hiçbir şeyin ne kar, ne yağmur, ne sıcak ve ne de gece karanlığının engelleyemediği Pers kuryelerden daha hızlı yol alamayacağından söz etmiştir. Belki de Heredot’un bu saptamasından yola çıkılarak  Persli kuryelerin yaklaşık 2700 km uzunluğundaki “İmparatorluk Yolu”nu sadece 7 günde kat ettikleri (16 km/saat) gibi  inanılması güç ancak yaygın bir rivayet kayıtlara geçmiştir.

Selçuklular tarafından onarılıp geliştirilen ve kontrol altında tutulan bu yolların tamamı “İpek Yolu”nu arşınlayan kervanlar tarafından da yoğun biçimde kullanılmış ve Bizans İmparatorluğu’nun ekonomisini önemli ölçüde zaafa uğratmıştır. Bu Anadolu ile batı arasında “Haçlılar Yolu” ve/ya da “Haç Yolu” gibi yeni yolların devreye sokulmasına yol açmıştır.

Üç yanı denizlerle çevrili bir yarımada olan Anadolu, doğu ile batı arasında kara yolu ulaşımında olduğu kadar özellikle Akdeniz kıyılarındaki liman kentleri aracılığıyla deniz ulaşımında da önemli işlevler yerine getirmiştir. Anadolu’nun Antakya, Alanya, Antalya gibi Akdeniz kıyısındaki limanları bu yoğun kara yolu ağının uzantıları, parçalarıdır. Mezopotamya’nın “Verimli Hilal” olarak adlandırılan topraklarında üretilen yaşamsal tahıllarının ve ipek ve baharat başta olmak üzere doğunun değerli mallarının deniz yoluyla batıya, Avrupa’ya taşınması Akdeniz’in bir korsanlar denizine dönüşmesine de yol açmıştır. Korsanları ayrı bir bölümde ele alacağız.

Avrupa Asya’ya ipek ipliğiyle bağlı

MS 2. YY’da Çin’in Xi’an kentinden başlayan kervan yolu dönemin iki güçlü kültürü, Roma ve Çin arasında malların olduğu kadar düşüncelerin, duyguların da aktarıldığı önemli bir eksen oluşturmuştur. Adı bir Alman Ccğrafyacı, Ferdinadt von Richthofen, tarafında koyulan İpek Yolu (Seidenstrasse) dünyanın en kurak ve büyük çöllerinden biri olan Taklamakan Çölü’nün güney ya da kuzeyinden geçerek Orta Doğu ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya ulaşır. Anadolu bu uzun (7000 km) ince yolun yaklaşık tam ortasında bulunur ve önemli bir köprü işlevi görür. İpek Yolu Anadolu’yu boydan boya geçip Trakya üzerinden kara yoluyla Avrupa’ya ulaştığı gibi, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Ege’de Efes ve Milet, Akdeniz’de Antalya ve Antakya limanları üzerinden deniz yoluyla da bağlantı kurar.


Xi’an (Çin) ve Gaziantep’te İpek Yolunu Temsil Eden Kervan Heykelleri

İpek Yolu tek bir yol ya da tek bir rotadan oluşmaz. Uğrağı yerlere zenginlik ve bilgelik armağan eden geniş bir coğrafyaya yayılmış yüzlerce yol ve rotadan oluşan bir yollar ağdır İpek Yolu. Xi’an ile Antakya arasının yaklaşık bir yılda kat edilebildiği bu yollarda güvenliğin sağlanması en büyük sorundu. Bu nedenle kervanlar çok sayıda, her biri 150-200 kg yük taşıyabilen 100-150 deve ve aralarında tüccarlara ek olarak askerler ve gezginlerin de bulunduğu 100-500 kişilik gruplardan oluşuyordu. Farklı ve çok sayıda rota olmasının bir başka nedeni baş belası soyguncuları şaşırtarak güvenliği artırmak da olabilir. Yol boyunca yaklaşık her 30’uncu ya da 40’ıncı kilometrede insanlar ve hayvanların güvenle dinlenebileceği ve ihtiyaçlarını giderebileceği, kale gibi konaklama mekanları (kervan saraylar, hanlar) inşa edilmiş ya da ticaret merkezleri ile donatılmıştır. Bu haliyle İpek Yolu kervansaraylar ve ticaret kentlerinden oluşan uzun bir tespihe benzetilebilir.

Tıpkı Anadolu Yörükleri’nde olduğu gibi İpek Yolu’nda da en önemli yük yaklaşık 4 bin yıl önce evcilleştirilmiş olan develerin sırtındadır. Askerler ve seyyahlar yaklaşık 5 bin yıl önce evcilleştirilen atların sırtında taşımıştır.

İmparatoriçenin çay bardağı, gelin prensesin saçı

İpek ve onun temel ham maddesini oluşturan dut ağacının ana vatanı olan Çin’in Yangshao kültürüne ait arkeolojik kayıtlar MÖ 4-3. milenyumu  işaret etse de, Konfüçyüs dönemi yazmaları ve Çinlilere göre ipek üretimi ve ipekçiliğinin (Bombyx mori) MÖ 27. YY’da Çin’de başlamış olduğu anlaşılıyor. Bu yazmalar bir ipek kozasının kazaen imparatoriçe Leizu’nun çay bardağına düşmesinden söz ederler. Kozayı bardağından çıkarmaya çalışan 14 yaşındaki imparatoriçe kozandan açılan lifi fark eder ve sarmaya başlar. Daha sonra İmparatoriçe bu lifleri dokumayı akıl ederek dünyanın bilinen ilk ipek dokumasını üretir. Kocası Sarı İmparator’un tavsiyesi üzerine ipek kurtlarının yaşamını inceleyen imparatoriçe çevresine ipek böceği yetiştirmeyi öğretmeye başlar ve adını Çin mitolojisinde ipek tanrıçası olarak tescil ettirir. Belki de bu söylencenin etkisiyle önce Çin’de daha sonra tüm dünyada ipek tarımı kadınlara özgü bir iş olarak kabul görür.

Ülkelerine büyük bir ekonomik kazanç ve prestij kazandıran ipek konusunda çok ketum olan Çinliler ipek yolunun açıldığı tarihe kadar bu kıymetli ürünün Çin dışına çıkmasına izin vermemişler, onu bir monopolünü ellerinde tutmuşlardır. İpek, büyük olasılıkla MS 1. YY’da, sevdiği kumaşı (Dikkat delikanlıyı değil!) yanına almadan Kotanlı bir prense gelin gitmek istemeyen bir prensesin saçları arasına gizlenerek (gizlenen tohumlar, kumaş değil) Çin’i terk etmiş ve bu çok sıkı korunan monopolü kırmış olmalıdır ve Çin imparatorluğunun ipek böceğinin ülke sınırları dışına çıkarılması yasağını ortadan kaldırır. Yolu açılan ipek, süratle farklı coğrafyalara yayılmaya başlar ve MS 140 yılında Hindistan’a ulaşır.

İpek böceği koza değil gizem örer

Kozayı salgıladığı asidik bir salgıyla delerek çıkan ipek kelebeği, ki bunların doğru adı ipek güvesidir, yüzlerce yumurta daha doğrusu yumurtacık bırakır. Yumurtadan çıkan larvalar sadece ve sadece dut yaprakları ile beslenir. Yaklaşık 20 gün süren iştahlı bir beslenmenin sonunda kurtçuklar ağırlıklarının 10 bin katına ulaştıklarında koza örmeye başlarlar. İpek, kurtçuğun başındaki iki beze tarafından üretilir ve sıvı halinde salgılanır. Sıvı ipek hava ile temasa geçer geçmez katılaşır. İpek böceği, ipliğini salgıladığı sürece, başını 8 çizer gibi sürekli oynatır. Başı dönmeden ve dengesini hiç kaybetmeden yaptığı bu hareketi, 3–4 gün süresince yaklaşık 130 bin kez tekrarlar. Böcek kendisini ortalama olarak 900-1500 m uzunluğunda iplik kullanarak ördüğü kozanın içine hapseder. Kozalar sıcak suya koyularak hem içindeki kurtların ölmesi, hem de liflerin kozadan kolayıca ayrılması sağlanır. Kozadan ayrılan lifler özel düzenekler yardımıyla ipliğe dönüştürülerek boyanma ve dokunmaya hazır hale getirilir. Kaliteli 1 kg ipek ipliği üretebilmek için 5 bin 500 ipek böceğinin çalışması ya da aynı sayıdaki kozanın kullanılması gerekmektedir.

Büyük bir ipek tutkunu olan klasik dönem Romalıları Çinlilerin ipeği bir ağacın yaprağından elde ettiklerine inanırlarmış. Bu inanışı ünlü düşünür ve oyun yazarı Seneca (Phaedra) ile dönemin ünlü şairi Virgil de (Georgics) eserlerinde desteklemişlerdir.

Mahatma Gandi’nin itirazı

Çin ve Hindistan dünyanın en önemli iki ipek üretici ülkesidir ve toplam üretimin yüzde 52’sini gerçekleştirirler. Hindistan’ın ünlü devlet adamı, sivil itaatsizlik önderi Ahimsa inanışı nedeniyle kumaş üretimi için ipek krizalitlerinin öldürülmesine ve dolayısıyla ipek üretimine karşı çıkar. Bu inanışa göre, bir canlıya zarar vermek kendinize zarar vermek anlamına gelir. Tüm canlılar ölümsüz ruhun enerjisini taşırlar ve bu nedenle hiçbir canlı hiçbir nedenle incitilmemelidir. Mahatma Gandi bu düşüncesiyle Ahimsa ipeğini, ki buna barış ipeği de denilmektedir, önermiş ve pamuk kullanımını teşvik etmiştir.

İslam’da ipeğin lüks ve süs eşyası olması nedeniyle,  erkekler tarafından kullanımının haram olduğuna ilişkin hadislerden söz edilmektedir.

Bizans İmparatoru I. Jüstinyen bir ipek kaçakçısı mıydı?

Bazı kaynaklar ipek böceği tohumlarının Anadolu’ya ilk kez Bizans İmparatoru I. Jüstinyen (527-565) döneminde keşişler tarafından bambular içine saklanılarak Çin’den gayri kanuni yollarla İstanbul’a getirildiğini ileri sürüyor. Bazı kaynaklar ise bu kaçakçılığın bizzat Jüstinyen’in kendisi tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini belirtiyorlar. Öyle ya da böyle, ipek kapının açılışından 4 asır sonra İstanbul’da Avrupa sınırına dayanıyor. Kısa sürede başta İstanbul olmak üzere, Bursa, Adapazarı, Denizli, Antalya, Antakya, Diyarbakır gibi Anadolu kentleri ipek üretim merkezlerine dönüşüyor. İpek Anadolu’dan, 300 yıl içinde önce Yunanistan’a buradan da İtalya ve Fransa gibi ülkelere yayıldı.
 

Bizans İmparatoru I. Jüstinyen Mor İpek Elbisesiyle

İpek prestijdir

Çin, Roma, Bizans gibi imparatorluklarda ipek ve ipekten üretilmiş giysilere özel bir önem ve anlam yüklenmiş, giyilen ipek giysilerin rengi sosyal ve hiyerarşik konumun işareti olarak değerlendirilmiştir. Çin'de ipek giysi imtiyazı sadece imparatorluk ailesi mensuplarına ve çok üst düzey devlet görevlilerine tanınmıştır. Bizans İmparatorluğu, ipek böceğini çaldığı Çin’den bu geleneği de kopya etmiş ve Sur (Tyre) moru ipek giysilere sahip olabilmeyi en üst sosyal sınıfı temsil edenlere tanımıştır.

Bu derecede pahalı ve prestijli bir meta olarak kabul edilen ipek, Çin’de memurların maaşlarını ödemek amacıyla para yerine de kullanıldığı gibi ipek kumaşın uzunluğu para birimi işlevi de görmüştür. Çin askeriye bordrolarından ham ipek demetlerinin asker maaşı olarak kullanıldığı ve askerlerin bu demetleri (paraları) Çin Seddi kapıları önüne gelen göçebelerden at ve kürk ticaretinde kullanmış oldukları anlaşılmıştır.

Altından 20 kez pahalı boya

Bazı imparatorluklar ve kişiler için ipeğin kendisi kadar ne ile hangi renge boyandığı da son derece önemliydi. Doğu Akdeniz’de bugünkü Lübnan sınırları içindeki Sur (Tyre) antik kenti ipek yolunun önemli liman kentlerinden biri olmanın yanında, Sur moru ya da Sur firfiri olarak adlandırılan bir boyanın üretildiği yer olarak ün kazanmıştır. Tyrian moru, imparatorluk moru ya da kraliyet (royal) moru adlarıyla da bilinen bu pahalı Murex türü bir deniz salyangozundan Hexaplex (Murex) trunculus elde edilmektedir. Solmadığı gibi güneş ışığında gittikçe parlaklaşan bu boyadan 1,4 g üretebilmek için 12 bin salyangozun kullanılması gerekiyor. Sur morunun Finikeliler tarafından ilk kullanım tarihinin  MÖ 1570’e dek uzandığı biliniyor.

    
Hexaplex (Murex) trunculus kabuğu ve mor boya                                               Aperlae Antik Kenti

Antalya’nın Kekova Adası ile Kaş arasında ulaşımı güç bir nokta bulunan Aperlae antik kenti Anadolu’nun belki de tek Sur moru (niye Aperlae ya da Kaş moru olmasın!) üretilen kentidir. Üzerinde bulunduğu fay hattı hareketleri sonucu tipik Likya lahitleri de dahil kent kalıntılarının bir bölümünün su altında kaldığı Aperlae’de bu üretimin izlerine rastlamak mümkün. Gerçekleştirilecek kazıların bu konuda çok daha fazlasını gün ışığına çıkaracağından kuşku yok. Kendisi bir batık kent olan Aperlae aynı zamanda Uluburun Batığı ile kapı komşusudur. Bunların üzerine Antalya’nın, Anadolu’nun önemli (Bursa’dan sonra ikinci) ipek merkezlerinden biri olduğunu koyun. Turist sayısının hangi ay kaç milyona ulaşacağı gibi ciddi konularla uğraşan turizm sektörü için bunlar küçük teferruatlar olmalı. O nedenle Aperlae özelinde “elde var sıfır”.

Önemli yüklerin rotası

Deniz ulaşımı söz konusu olduğunda en eski kayıtlara Doğu Akdeniz’de rastlanmaktadır. Günümüzden yaklaşık 3 bin 400 yıl önce batmış dünyanın bilinen en eski batığı bir rastlantı sonucu 1982 yılında Kaş’ın 8.5 km güneydoğusunda Uluburun mevkiinde bulunmuştur. George Bass başkanlığında 1984 yılında başlayan ve Cemal Pulak ile devam eden ve büyük bir titizlikle yürütülen sualtı kazı çalışmaları 11 yıl sürmüştür. Kazıdan çıkarılan çok sayıdaki ticari, askeri ve sanatsal eserler, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde Uluburun Salonu’nda sergilenmektedir.

Nefertiti’ye ait heykelcikler, mühür yüzükler, amber taşları, fildişleri, devekuşu yumurtaları gibi ilginç parçalar yanında, 10 ton bakır ve 1 ton ağırlığında kalay levhalar, 150 adet Kenan kil kavanoz ve tunçtan yapılmış aletlerden oluşan ve toplam olarak 20 bin parçayı bulan Navlun, genelde Doğu Akdeniz ve Anadolu’nun özelde Antalya’nın ticaret yolu olarak binlerce yıl öncesine uzanan köklü geçmişini ve önemini belgelemektedir.

Pusulanın henüz icat edilmemiş olduğu, hatta deniz fenerlerinin bile ortalıkta görünmediği bu dönemlerde teknelerin kıyılardan fazla uzaklaşmadan seyretmek zorunda olduklarını düşünürsek Uluburun Batığı’nın Antalya, Alanya, Side, Faselis limanlarını ziyaret etmiş olması güçlü bir olasılıktır.
  

                                                      Uluburun Batığı ve buluntuları

Buluntuları  odrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde özel bir salonda sergilenen dünyanın bilinen bu en eski batığına ilişkin olarak ne Kaş ilçesinde ve ne de “Turizmin  Başkenti” olmakla gururlanan Antalya kent merkezinde hatırlatıcı, görünür ve bilinir kılıcı bir izdüşümün, bir işaretin bulunmaması nasıl açıklanabilir?  En basitinden, Kaş ya da Antalya’da günlük tur yapan yatlara Uluburun batığının kostümü giydirilebilir, Nefertiti temalı mücevherler piyasaya sürülebilirdi.

Korsan Dionides Büyük İskender’e, Klikyalı korsanlar Jül Sezar’a karşı

Antik çağlar boyunca Akdeniz’de kıyı kentleri ve ticaret gemileri sürekli olarak korsanların yağmalarına maruz kalmışlardır. Büyük İskender zamanında tarihin bilinen ilk ünlü korsanı Dionides, Akdeniz üzerinden gerçekleştirilen İpek Yolu da dahil tüm ticareti sekteye uğratarak Akdeniz’i bir korku denizine dönüştürmüş ve yakalanıp etkisiz hale getirilmesi ve İskender’in huzuruna çıkarılabilmesi oldukça uzun bir zaman almıştır. Yakalanıp huzuruna çıkarıldığında Büyük İskender bu azılı korsanı ölüme mahkum eder. Ancak cüretkar Dionides Büyük İskender’in kendisinin de aynı cezaya çarptırılması gerektiğini, çünkü kendisinin bir gemi ve 3-5 tayfayla ihtiyacını karşılamak için korsanlık yaptığını, oysa ünlü kumandanın yüzlerce gemi ve on binlerce askeriyle dünyayı yağmaladığını ileri sürer. Beklemediği bu cevap İskender’in çok hoşuna gider ve Dionides’e verdiği ölüm cezasını kaldırır ve hayatını bağışlar.

Dionides’ten sonra pek çok ünlü korsan Akdeniz’de nisan ayından fırtınaların başladığı ekim ayına kadar terör estirmeye devam etmiş, yüzlerce gemiden oluşan korsan filoları karşılarına çıkan her şeyi yakıp yıkmışlardır. Korsanlar genellikle yüksek manevra kabiliyetine sahip “çektiri” adı verilen hafif, yelkenden bağımsız olarak kürekle de yol alabilen tekneleri tercih etmişlerdir. Aniden geri dönerek tam aksi istikamette hareket edebilen bu tekneler sığ sulara yanaşabildiklerinden korsanlara kumsallarda pusu kurma imkanı da sağlıyordu.


Gnaeus Pompeius Magnus                  Eski Soli yeni Pompeipolis antik kenti

MÖ 1. YY’da Klikyalı Korsanlar işi o denli azıtırlar ki, Küçük Asya’ya gitmekte olan ve içinde Jül Sezar’ın bulunduğu bir Roma gemisini ele geçirip Sezar’ı 38 gün Bulamaç (Farmakos) Adası’nda (Ege denizinde Didim açıklarında bir ada) rehin tutarlar. Esareti sırasında Sezar serbest kaldığında Akdeniz korsanlarının kökünü kazıyacağına dair söz verir. Tutsağı olduğu korsanların kendisi gibi önemli bir kişilik için istedikleri fidye miktarının az olduğunu düşünen Sezar fidye miktarının iki misline çıkarılmasını önerir ve ancak bu miktar ödendikten sonra yeniden özgürlüğüne kavuşur. Tehlikenin ulaştığı boyutları anlayan Roma senatosu Lex Gabinia olarak bilinen bir yasa ile general Gnaeus Pompeius Magnus’a Akdeniz’i 3 yıl içinde korsanlardan temizlemesi için sadece denizi değil kıyıdan 50 kilometre mesafedeki karaları da içine alan olağanüstü yetkilerle donatarak görevlendirmek zorunda kalır. Bu olağanüstü yetkilere ek olarak, 500 parça gemi 120 bin asker ve 5 bin süvari ile Pompeius üç ay gibi kısa süren bir savaş sonunda Alanya yakınlarında Klikyalı korsanları bozguna uğratarak Akdeniz’i, Akdeniz ticaretini ve tabii ki İpek Yolu’nu korsan tehdidinden temizler. Popülerliği ve gücü artan Pompeius, Mersin yakınlarında önemli bir liman olan Soli antik kentini onararak kendi adını verdiği Pompeipolis’i affettiği korsanların kenti olarak ilan eder.

Antik kaynaklar MÖ 1. YY’da Güney Anadolu’nun Faselis ve Olimpos antik kentlerini de içine alan bölgenin Zenekites adlı bir korsan tarafından ele geçirilmiş ve yönetilmiş olduğunu belirtmektedir. Anadolu’nun Akdeniz kıyılarında “Korsan Mağarası” olarak adlandırılan mağara bolluğu Akdeniz’le korsanlar arasındaki yakın ilişkiye işaret eder.

Osmanlı korsanları

Korsan dendiğinde akla ilk gelen Karayipler’de “Jolly Roger” adıyla efsaneleşen kurukafalı ve çapraz kemikli siyah korsan bayrağı aslında Akdenizli Cezayirli korsanların buluşudur. Osmanlı’da deniz akınları gaza olarak kabul ediliyordu ve korsan sınıfı imparatorluğun denizdeki vurucu gücünü oluşturuyordu. Levent adı verilen akıncılar başlarındaki reislerin komutasında düşman gemileri yağmalıyor ve Avrupa kıyılarına baskınlar yaparak esirler alıyorlardı. Osmanlı’da korsanlıktan yetişmemiş denizci tam denizci olarak kabul edilmezdi, bu nedenle Osmanlı metinleri büyük reislerden sıklıkla “mahir korsandır” şeklinde söz eder. Oruç Reis, Hızır Reis (Barbaros Kardeşler), Turgut Reis bir dönem tüm Akdeniz’e hükmetmiş, Türk ticaret gemileri ve yollarını, bu arada İpek Yolu’nun deniz hattını kontrol altında tutmuş bu mahir korsanlardan bazılarıdır.
 

     Turgut Reis                                 Uluç Ali Reis                          Hızır Reis                                 

Dünyanın ipek ipliği ticaret merkezi; Bursa

İpeğin ve ipekböcekçiliğinin Anadolu’yla tanışması Bizans İmparatorluğu dönemine rastlar. Marmara bölgesinde başlayan bu tanışma daha sonraları Akdeniz kıyıları ve Diyarbakır’a kadar genişlemiş, Osmanlıların başkent yapmalarıyla birlikte (1326) Bursa ve yakın çevresi ipek ve ipekböcekçiliğinde merkezi bir önem kazanmıştır. Gilan, Esterabad ve Sari gibi dönemin ünlü ipeklerini Tebriz üzerinden Anadolu’ya ulaştıran İpek Yolu bir hattıyla Alanya ve Antalya’ya diğer hattıyla da Erzurum üzerinden Bursa’ya ulaşmaktaydı. Anadolu’da 14. YY’da başlayan ve 15. YY’da gelişme gösteren ipek ticareti, 16. YY’da yılda yaklaşık 340 ton ipeğin satıldığı ve 7,5 milyon akçe gelirin elde edildiği bir büyüklüğü yakalamış, doğudan gelen ipeğin tartıldığı, depolandığı, vergilendirildiği; Ceneviz, Venedik, Floransa, Lyon, İran gibi kent ve ülkelerden gelen tüccarların buluştuğu dünya ipek ipliği ticaret merkezi konumuna yükselmiştir. Bursa yılda 4 milyon koza ve 85 fabrikada 400 tondan fazla ipek üreterek bu etkinliklerin başkenti olmuştur. 

1856 yılında Fransa’da ortaya çıkan Pebrin hastalığı Osmanlı ipekböcekçiliğini de etkisi altına almış, buna Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla ucuz Çin ve Japon ipeklerinin Avrupa piyasalarına ulaşmaya başlamasının da eklenmesiyle Osmanlı ve tabiidir ki Bursa, ipek ticareti ve ipekböcekçiliği gerilemeye başlamıştır. İpekçilik bitme aşamasında gelmiş iken, 20 Aralık 1881’de “Muharrem Kararnamesi”nin yayımlanmasıyla Hüdavendigar (Bursa, Çanakkale, Afyon, Kütahya, Balıkesir, Sakarya ve Bilecik gibi 7 şehri içine alan Osmanlı vilayeti) Vilayeti’nin aşar geliri Düyûn-ı Umûmiye’ye bırakılmıştır. Bunun üzerine, bu kurumun ipek gelirlerinin artırılması, ipekböcekçiliğinin ıslahı ve ipekböceklerine musallat olan hastalıklarla mücadele edilmesini gündeme getirmesiyle birlikte Anadolu ipekböcekçiliğinde yeni bir aşamaya geçilmiştir.

Anadolu ipekçiliğinde Düyûn-ı Umûmiye parmağı

Bursa'daki Alman Konsolosu ve Düyûn-ı Umûmiye temsilcisi Herman Schullerin, ipekböcekçiliğinin ıslah edilmesi gerektiği hakkındaki raporu etkili olmuş, Düyûn-ı Umûmiye yetkilileri bu işle bir Osmanlı Ermenisi olan Kevork Torkomyan'nın görevlendirilmesine karar vermişlerdir. Kısa sürede hazırlıklarını tamamlayan Kevork Torkomyan, 1888 yılında Bursa’da, resmi adı "Harir Darü't-Talimi" ya da “Enstitut Sericicole” olan ancak halk arasında  Tohum Mektebi olarak bilinen ipekböcekçiliği enstitüsünün kurulmasına öncülük etmiştir. Kevork Torkomyan 1922 yılına kadar yaklaşık 35 yıl bu enstitünün müdürü ve öğretmeni olarak hizmet etmiştir. Yurdun her yerinden olduğu kadar Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, başta Halep, Şam, Beyrut olmak üzere Orta Doğu ve Arap ülkelerinden de öğrencileri olan enstitü, 95’i kadın 2 bin 23 öğrenci, Kevork’un deyimiyle “diplomalı böcekçi” mezun etmiş ve toplam 18 milyon kilogram ipek üretmiştir. 1890-1910 yılları arasında Osmanlı Hükümeti Düyûn-ı Umûmiye idaresinin de zorlamasıyla başta Bursa olmak üzere imparatorluğun uygun illerinde koza üreticilerine 60 milyon dut fidanını bedava olarak dağıtmıştır.
   

         Harir Darü't-Talimi                                             Kevork Torkomyan 

1926 yılında Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin kaldırılmasından sonra Kevork Torkomyan’ın kurmuş olduğu okul “İpekböcekçiliği Mektebi” adıyla çalışmalarına başlamış ve buna Edirne, Diyarbakır, Antalya, ve Denizli İpekböcekçiliği Mektepleri ile Hatay, Amasya, ve Rize koordinatörlüklerinin eklenmesiyle çalışma alanı genişletilmiştir. 1928 yılında açılan Antalya ile 1938 yılında açılan Alanya İpekböcekçilik Mektepleri bu hareketin uzantılarıdır.

Pastör’e niyet Kevork Torkomyan’a kısmet

Kevork Torkomyan, 1880 yılında ziraat eğitimi yapmak üzere Fransa’ya gönderilecek öğrenciler için açılan sınavda ikinci olmuş Mont-Pellier Ziraat Enstitüsü’nden mezun olarak 1883 yılında İstanbul’a dönmüş Ermeni asıllı bir Türk vatandaşıdır. Düyûn-ı Umûmiye idaresi Kevork Torkomyan’nın İstanbul’a döndüğü yıl Paris’te yaşamakta olan Luis Pastör’e (kuduz aşısı ve pastörizasyonun mucidi) bir mektup yazarak ipek böceklerini kıran bu hastalığa bir çare bulması için İstanbul’a davet etmiş ancak işlerinin yoğunluğunu ileri süren Pasteur bu daveti reddederek Mont-Pellier Ziraat Enstitüsü müdürünü önermiştir. Davet edilen enstitü müdürü, kendisinin gelmesine gerek olmadığını, enstitüden birincilikle mezun olan öğrencisi Kevork Torkomyan’nın bu işin üstesinden başarıyla gelebileceğini yetkililere bildirmiştir. Bu tavsiye üzerine Kevork Torkomyan Hair Daü’t Talimi’nin kurucu müdürlüğüne atanır.

Ticaret, kervansaray kenti; Antalya

Uluburun Batığı’nın da gösterdiği gibi Antalya, İpek Yolu ortaya çıkmadan çok önceleri ticaretle tanışmış bir kentti. Bu aynı zamanda Antalya’da deniz yolu ticaretinin kara yolu ticaretinden daha önce başlamış olabileceğine de işaret eder. Tarihi kayıt ve belgeler doğu-batı arasında ticaretin yoğunlaşmaya başladığı Roma ve Bizans dönemlerinde Antalya’nın, Side, Faselis ve Alanya limanlarıyla ile birlikte Akdeniz havzasının hem kara ve hem de deniz yolu bağlamında önemli bir ticaret merkezi olduğunu ortaya koymaktadır. Doğuya doğru giden Büyük İskender de, Haçlılar da Batıya doğru giden Persler de, kalay, ipek, baharat ve tahıl yüklü kervanlar da, gemiler de Anadolu’dan geçmek, Anadolu’ya uğramak zorunda kalmışlardır. Antalya ve Alanya çevresinde tespih taneleri gibi dizilmiş kervan saraylar kara ticaret yollarının kanıtları ise, Akdeniz kıyılarında tıpkı kervansaraylar gibi belirli aralıklarla dizilmiş liman kentleri ve Akdeniz’in turkuaz renkli sularının yuttuğu batıklar da bu ticaretin deniz yoluyla gerçekleştirildiği rotanın kanıtlarıdır.

Anadolu Selçukluları, ulaşımı kolaylaştırmak, yol güvenliğini sağlamak, ticareti yaygınlaştırmak ve ekonomik yaşamı güçlendirmek için kendilerine özgü mimari karaktere sahip, gösterişli ve sağlam kervansaraylar yapmışlardır. Bu yapılar, aynı zamanda Selçukluların taş işçiliğindeki hüner ve inceliğini de yansıtır. Han veya sultan han denilen bu kervansarayların başlıca işlevi,  tüccarların, malların ve yolcuların konaklama ve temel gereksinimlerini karşılamaktır. Zamanın ve yörenin koşullarına uygun olarak bir günlük deve kervanı yürüyüş mesafesi olan30-40 km aralıklarla inşa edilen kervansaraylar Anadolu’da Erzurum Antalya Ekseni ile Türkistan, Sinop Diyarbakır ekseni ile Irak üzerinden doğu yol güzergahlarına bağlanmaktaydı.

Sadece Anadolu Selçukluları döneminde değil, Beylikler ve Osmanlı dönemleri boyunca da Anadolu’da İpek Yolu üzerinde anıtsal konaklama yapıları, kervansaraylar inşa edilmiştir. Çeşitli kaynaklarda sayılarının iki yüzün üzerinde olduğu ileri sürülen Selçuklu kervansarayları konusunda yaptığı çalışmasında Prof. Dr. Mustafa Kemal Özergin Anadolu’da 130 kervansaray tanımlamaktadır. Bunlardan 17 tanesi Antalya ve yakın çevresinde bulunmaktadır ve bölgenin ticaret ve özellikle İpek Yolu ticareti bakımından taşıdığı önemi ortaya koymaktadır.
  

  Çin ile Anadolu Arasındaki İpek Yolu Rotaları         Anadolu’da Selçuklu Kervansarayları

Kervansarayların bilinen ilk örnekleri 1206 yılına tarihlenmekte, son kervansarayların da  1770’li yılların sonuna doğru inşa edilmiş oldukları bilinmektedir. Selçuklu kervansaraylarının bir kısmı, önemli yol güzergâhlarındaki değişiklik sebebiyle Osmanlı devrinde işlevini yitirmiş ve dergâha dönüştürülmüş olsa da Osmanlılar, özellikle İstanbul-Suriye güzergâhında pek çok kervansaray inşa ettirmiştir. Camilerden sonra ikinci sırayı alan kervansarayların inşasında 1220-1250 yılları arasında bir patlama yaşanmış olduğu gözlenmektedir. 

Ticaret, yol ve yolculuk (turizm de denilebilir) kültürümüzü bugüne taşıyan bu yapıların bazıları dimdik ayakta olsa da, büyük çoğunluğu maalesef birer harabe durumundadır. Her mimari eseri, hatta işlenmiş her taşı, temsil ettiği tüm ilişkiler ile birlikte kültürel kimliğimizin bir parçası olduğu bilinciyle yaşatmak, geçmişi ve geleceğiyle yaşamımıza dahil etmek gerekir. 

Bu bağlamda, İpek Yolu güzergahları üzerinde hala ayakta duran konaklama yapılarının onarılarak ve yeniden işlevlendirilerek yaşatılması; ticaret yolları üzerindeki yüzlerce yıllık kültürel alışverişin izlerinin somut olmayan kültürel miras kapsamında canlı tutulması; çeşitli güzergahların tüm çevreleriyle kültür turizmi kapsamına alınarak, yerel halk öncülüğünde dünyaya açılması; yol güzergahlarındaki mimarlık yapıları odağında Selçuklular, Beylikler ve Osmanlıların Anadolu kültürüne yaptıkları aydınlık ve yaratıcı katkıların bütünsel bir yaklaşımla anlamlandırılması olmak üzere dört boyutta çalışmalara başlanmış olması umut verici bir gelişmedir. Bu çabaların, “Anadolu Kervansaray Yolu” adı altında başta UNESCO ve Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü, valilikler, belediyeler, uluslararası kuruluşlar, TÜRSAB, ÇEKÜL ve benzeri sivil toplum kuruluşları ve yerel halkın da içinde bulunduğu çok katılımlı bir stratejik planlamayla taçlandırılmış olması umudu sabırsızlığa dönüştürüyor. Umarız bu çalışmalar hedeflendiği gibi salt mimari yapıların restorasyonu ile sınırlı kalmaz ipek ve kervan yollarının tüm bileşenleriyle yaşatılmasını ve yaşanmasını sağlayabilir. Anadolu’nun kadim ticaret ve mektepli ipekçilik merkezleri olan Antalya ve Alanya’da bu kadim kültürü canlandırmak konusundaki isteğin dışavurumu ne yazık ki umudu hayal kırıklığına dönüştürüyor.

Antalya ve yakın çevresinin kervansarayları
    


                                                     Kırkgöz Han                                                                   Evdir Han

   
           Susuz Han                                                     Alara Han                                                    İncir Han

Ağlasun Han: Ağlasun ilçesinde bulunan adı var (Han’ardı) kendi yok.

Akhan (Boz Han): Eğirdir-Denizli yolunda 1253 yılında inşa edilmiş.

Alara Han: Antalya Alanya arasında 1232 yılında Aleaddin Keykubad tarafından yapılmış özgün planlı.

Burmahan: Seydişehir Alanya arasında kitabesi olmayan çok harap halde.

Çardak Han: Eğirdir Denizli arasında Çardak Köyü yakınında 1230 yılında inşa edilmiş.

Ebü’f-Hasan Hanı: Seydişehir Alanya yolunda Bulhasan köyü yakınında çok harap.

Evdir Hanı: Antalya Korkuteli arasında Sultan I. İzzettin Keykavus tarafından 1210 yaptırılmış.

İncir Hanı: Antalya Burdur yolu üzerinde Sultan Giyaseddin Keyhüsrev tarafından 1238 yılında inşa ettirilmiş.

Kırkgöz Hanı: Antalya Burdur arasında Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev tarafından 1236-1246 yılında inşa ettirilmiş.

Köprü-suyu Hanı: Antalya Alanya arasında Aspendos yakınlarında varlığı kesin değil.

Mutbeli Hanı: Alanya Seydişehir arasında.

Ortapayam (Kireçli) Hanı: Seydişehir Alanya yolunda Ortapayam köyünde harap halde.

Pazarcık Hanı: Alanya Anamur arasında Gazipaşa yakınlarında, adı var kendi yok.

Silinti Hanı (Selinus Hanı): Alanya Anamur yolu arasında Selinus harabeleri içinde, yığıntı halinde.

Susuz Han: Antalya Burdur arasında Bucak yakınlarında, avlusu yıkılmış.

Şarapsa Han: Antalya Alanya arasında Alanya’ya 15 km uzaklıkta 1236-1246 yılları arasında inşa edilmiş.

Tol Hanı: Alanya Seydişehir yolunda Eynif Ovasında, çok harap halde.

Portakal, İpek Yolu’nun armağanıdır

Tesadüfe bakın ki,  50’inci yılı geriden kalan film festivaline adını veren ve son yıllarda Antalya’nın logosu olarak benimsenen portakalın Uzak Doğu’dan (Hindistan) Antalya’ya gelişi İpek Yolu’yla ilgilidir. Akdeniz’in tümüyle Osmanlıların (Osmanlı korsanlarının) kontrolü altına geçmesiyle Ümit Burnu’nu geçerek Asya kıtasını sömürgeleştiren Avrupa ülkeleri portakalı batı ile tanıştırmışlardır. Avrupa’da portakal yetiştirildiğine dair ilk yazılı belgeler 1472 yılına kadar uzanmaktadır. İtalyan bir tüccar, 15 bin portakalın satış sözleşmesini göndermiştir. Bu ülkelerden biri Portekiz’dir ve portakal kelimesi Türkçeye "Portekiz'den gelen" anlamında, "Portakal" olarak girmiştir. Antalya logosunu oluşturan Vaşington Navel türü ise Amerika Birleşik Devletleri’nin Kaliforniya eyaletinden 1945 yılında Antalya’daki Narenciye Enstitüsü’ne getirilmiş ve buradan tüm Türkiye’ye yayılmıştır. Valensiya türü ise 1936 yılında İspanya üzerinden ülkemize ulaşmıştır.

İpek ve ipekçilik kenti; Antalya

Rıhlet-ü İbn Battuta adıyla bilinen seyahatnamenin yazarı ve Ortaçağın en büyük seyyahı olan İbn Battuta (1304-1377) bir Ceneviz gemisi ile geldiği Antalya’da Mısır ve Suriye’den gelen tüccarlarla karşılaştığından söz eder. Antalya Kent Müzesi Kent Belleği Merkezi’nde bulunan belgelerden yola çıkarak hazırladığı “Alanya İpekböcekçiliği Mektebi” adlı kitabında Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Ahsen Günbulut, ünlü tarihçi Markizi’ya atfen Müslümanların ticari mallarını Avrupalı tüccarların çok sayıdaki gemileriyle Alanya’dan İskenderiye Limanı’na taşıdıklarından söz etmektedir. Ayrıca Selçuklular döneminde Antalya’da üretilen ipek dokumaların Antalya limanından ihraç edildiği, Çin ya da İran’dan ithal edilen ipeklerin Venedik ve Cenevizli tüccarlar tarafından farklı merkezlere dağıtıldığını ve Fransa ve İtalya kökenli ipek elbiselerin Selçuklu tüccarlara satıldığı kayıtlara geçmiş bilgilerden. 1640 yılında Alanya ve 19. YY başlarında Antalya’da ipek üretimi ve ipekçiliğin yapılmakta olduğu da bildiklerimiz arasındadır. Günbulut, adını yukarıda verdiğimiz kitabında Antalya’da Kasım 1814-Haziran 1815 arasındaki 7-8 ayda 30 tonu Müslümanlar 63 tonu gayri Müslimler tarafından olmak üzere toplam 93 ton ipek üretilmiş olduğunu ileri sürmektedir. Görüldüğü gibi ipek üretiminin 2/3 gibi büyük bir bölümü gayrimüslimler tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2007 verilerine göre Antalya ipek üretiminde Diyarbakır’ın ardından ikinci sırada yer almaktadır.

“20. YY’ın ikinci yarısında Antalya” adlı kitabın yazarı Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Muhammet Güçlü’ye göre,  19. YY’ın ikinci yarısında geniş dutluklara sahip olan Antalya, “Koza Kenti” olarak anılıyordu. Ardı ardına gelen savaşlar dutlukları ve dolayısıyla ipek böcekçiliğini olumsuz yönde etkilemiş buna kente yerleştirilen göçmenlerin tütün ekmek için dutlukları kesmesi ve nüfus mübadelesi de eklenmiştir. İpekçiliği yeniden canlandırmak için 1928 yılında Yenikapı’da Bursa’da kurulu "Harir Darü't-Talimi"ne bağlı olarak Antalya’da İpekçilik, Böcekçilik Mektebi kurumuş ve 1931 yılında Kara Alioğlu bahçesindeki yeni yerine taşınmıştır. Mektep binlerce kutu ipekböceği tohumuna ek olarak, hemen bitişiğinde kurulan fidanlıkta yetiştirilen 48 bin dut fidanını 1934 yılında, 16 bin dut fidanını 1936 yılında isteyenlere ücretsiz dağıtmış ve bu rakam 1941 yılında 60-65 bin dut fidanına yükselmiştir. Yaş koza üretimi, mektebin henüz açılmadığı 1923 yılında 126 ton civarındayken 1933 yılında 65, 1935 yılında 56 tona düşmüş 1940 yılında 79 tona yükselmiştir. Alanya İpekböcekçiliği Mektebi 11 Nisan 1938 Pazartesi günü hizmete sokulmuştur.

Antalya ve Alanya’da yakın zamanlara kadar el tezgahlarında dokunan ham ipekten, özellikle çeyiz bohçaları için iç çamaşırı, pijama, şal üretimi geleneği yaşatılmaktaydı. Alanya renkli ipek şallarıyla ünlü bir turizm kasabasıydı. Son yıllarda Alanya ipek dokumacılığı ve ipek şallarının yeniden canlandırılması çabaları umut vericidir ve benzeri gayretlerin Antalya’da başlatılması halisane dileğimizdir.
 

                                              Alanya ham ipek şalları

Bu satırların yazarı yıllardan beri öğrencilerine İtalya’nın turistlere sattığı ipek kravatlar ve dondurmadan elde ettiği gelirin Antalya’nın otelcilikten elde ettiği gelirle karşılaştırılabilir olabileceğini anlatmaya çalışmaktadır. Bu ülke turizminin karar vericileri turizm gelirinin konaklama ve tur operatörlüğü ile sınırlı olmadığını, bunların dışında çok farklı mal ve hizmet üretiminden çok önemli turizm gelirleri elde edilebileceğini, hatta bu mal ve hizmetlerin konaklama ve tur operatörlüğü hizmetlerinde elde edilecek gelirlerin artmasına da katkı sağlayabileceğini görmelidirler.

Tuncay Neyişçi, Abdullah Tekin








Bu Haber 19.05.2017 - 15:12:46 tarihinde eklendi.
Kullanıcı Yorumları
Henüz yorum yapılmadı.
En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.